Cuma, Ekim 03, 2008

Öğle Uykusu

Pazarlık usulü çalışan küçük dükkânların birinden gelen titrek bir do majör aksak ritmin arasından yolunu bulup gökyüzüne tırmanıyor. Palmiyelerin gölgelediği küçük çimenlikte oturmuş, yirmi dereceye ayarlanmış klimaların büzüştürdüğü tatilcilerle dolu otel lobisini süzüyorum. Belli bir amacım yok, sadece ahmak görünen ve muhtemelen cepleri Elizabeth portresiyle süslenmiş İngiliz parasıyla dolu müşterileri seçmeye çalışıyorum.

Hepsi bir hafta önce turla gelip otele yerleşmiş eski müşteriler. Çoktan sağılmış inekler ya da düşmanlığı kazanılmış İspanyol boğaları… Onlardan daha fazla kazanamayacağımı biliyorum. Çıplak bacaklarımı gıdıklayan çimenlere boylu boyunca uzanıyorum. Öğle güneşinin yakıcılığını maskeleyen palmiyeler, hafif bir esintinin saçsız kafamı okşamasına izin veriyor.

Günde üç öğün tako yiyen, koca şapkası altında ezilmiş, güneşin mayıştırdığı Meksikalı bir panço gibi kendimden geçiyorum.

Kendinden geçmişlik bazen kendine gelmişlik ile aynı manaya erişiyor. Saatler boyu çalışıp dinlence ve eğlence için ayrılan saatler sadece eğlence ile doldurulduğunda anlaşılabilecek bir durum bu. İnsan günde 15 saat çalışıp 6 saat eğlenip geriye kalan 3 saat de uyuyarak yaşayabiliyor. En azından benim bir aydır yaptığım şey bu.

Ben…

Bir ayda toplam 26000 kare fotoğraf çeken adam…

Milisaniyelerinizi çalıp onları size geri satabilecek kadar uyanık olan kişi…

26000 milisaniye, 262 saniye ya da 4 dakika… Hangi açıdan değerlendirirseniz değerlendirin… Zaman düzleminin küçük gibi görünen bir kısmını insanlardan çaldım bile.

Tabi her şey karşılıklı. Zaman ile çift taraflı yaptığımız bir antlaşma bu. O benden sevgilimi aldı, annemi, babamı, kardeşlerimi ve biri hariç tüm dostlarımı. Karşılığında bana bu yetiyi verdi. Adil mi?

Düşüncelerin burgacında çırpınan kısa siestam güneşin yön değiştirmesiyle kavruldu. Kan ter içinde uyandım.

Eh, ne diyebilirim… Hayat durdu, ama sezon devam ediyor…

Hiç yorum yok: