Cumartesi, Ekim 28, 2006

Manet Amnes Una Nox

BÖLÜM I



Tokuşturdukları kadehlerden taşan kırmızı şarap damlaları birbirlerine sarılmış halde masaya düşerken Gloïre’ın cehennemindeki küçük şeytanları serbest bırakıyordu. Paketten bir sigara aldı.

“Çok insan öldürdün mü?” diye sordu Blanche, karşısında oturan kadın. Gloïre sigarasını yakmak için çakmak arıyordu. Bulamadı.

“Yeterince…” diye cevap verdi. Bu konu üzerinde düşünmek istemiyordu. Rahatsız edici bir gıcırtı çıkartmasına sebep olduğu sandalyeyi geriye ittirip ayağa kalktı. Şofbene doğru ilerlerken Blanche’ın gözlerindeki manasız bakışı sırtında hissedebiliyordu.

“Bilmek,” dedi Gloïre, “lanetlenmektir.” Zeki görünmek için alıntı yapıyordu. “Bu sorunu cevapsız bırakmak istiyorum.”

“Ben de melek değilim.” Ürpertici bir gülümseme müziğin sessizleştiği bir anda Blanche’ın bu sözleriyle birlikte kendisini hissettirdi.

Şofbenin pilot ateşinden yaktığı sigara Gloïre’ın ağzından sarkıyordu. Blanche’ın gözlerinin içine baktı. Caniliğin karanlığı gözlerinden gözlerine ışıyordu.

“Anlatmak istiyorsan anlatabilirsin. Önce benim günah çıkarmama gerek olduğunu sanmıyorum.” dedi Gloïre ve ekledi; “bir cinayet işlemenin en zor yanı onu bir sır olarak saklamaktır.” Oturdu.

Blanche başını eğdi. Kadehindeki son yudumu alıp Gloïre’ın kadehine baktı. Hala biraz şarap vardı.

“Şey ben…” dedi, “daha önce hiç kimseyi öldürmedim.” Bunu sanki utanılacak bir şeymiş gibi söylemişti.

Söyleyiş tarzından çok nasıl olup da yanıldığına takılmıştı Gloïre’ın aklı. Kadehine uzandı. Soğuk kadehi parmaklarının arasında hissettiği anda Blanche elini tuttu. Gözlerine odaklandığı açıkça görülüyordu.

“Çok mu zor?” dedi Blanche. Bu arada Gloïre bakışlarını Blanche’ın gözlerinden saçlarına çevirdi.

Gloïre kadının kısacık kesilmiş dalgalı kahverengi saçlarından odanın boşluğuna yayılan esansı tanıyordu. Be Kissable’ın yaramaz kokusuydu bu.

“Hey!” diyerek Gloïre’ın düşüncelerini böldü Blanche, tekrar gözlerine bakmasını sağladı.
“Birini öldürmek çok mu zor?” İlgiyle öne uzattığı güzel başı hemen bir cevap istediğini gösteriyordu.

“Tabi. En azından benim için öyle. Ateşlediğin her silah hayat enerjinden bir parça atar hasmına. Her seferinde en az iki ceset vardır yerde. Biri hedefin, diğeri senin bir kısmın…” Gloïre bunları söylerken Blanche Gloïre’ın elinin üzerinde gezdirdiği parmaklarını temkinli bir şekilde geri çekmekle meşguldü.

Koca bir yudum şarap Gloïre’ın nikotin bolluğu yaşayan boğazından geçerek midesindeki yerini aldı.

Blanche’ın suratı asıktı. Ancak bu ifadenin dahi maskeleyemediği derin gamzeleri Gloïre’ı kadının teninin onu çeken manyetik bir alanı olduğunu düşünmeye itiyordu.

Boşalmış kadehlere baktı. Sandalyesini tekrar geriye ittirdi. Tezgâha uzanıp şarap şişesini kavradı.

Blanche; “Yarısı boşalmış bile” diye saptadı oturduğu yerden.

Gloïre; “Evet, yarısı hala dolu” dedi iğneleyici bir ses tonuyla.

Kadın gülümserken adam boş kadehleri doldurdu. Şarabı tezgâhtaki yerine koyduktan sonra kadının çıplak omuzlarına baktı.

Blanche eflatun bir gece elbisesi giymişti. İncecik askılarının kapatamadığı köprücük kemikleri Gloïre’ı çıldırtıyordu. Boynundan sarkan inci kolyeyi düzelten Blanche adamın dikkatinin dağıldığını gördü.

“Kendini yerine mi koyuyorsun?” diye sordu.
“Nasıl?” dedi Gloïre.
“Kendini diyorum, öldürdüğün kişilerin yerine mi koyuyorsun?”
“Zaman zaman öyle, zaman zaman da başka şeyler…” dedi adam.
“Ne gibi?”
“Sorguya mı çekiliyorum?”
Blanche sustu.

Yavaş yavaş batmakta olan güneşin kırmızı ışıkları odayı doldurmaya başlamıştı.

Blanche bacaklarını masanın altından çıkarıp koridor tarafında bacak bacak üstüne attı. Bu hareketin ortaya çıkardığı cinsel gerilim Gloïre’ın tansiyonunu hepten yükseltmişti. Bakışları Blanche’ın kusursuz ayaklarıyla dizleri arasında yavaşça gezindi. Blanche elini aşağı indirdi, Gloïre’ın gözleri bu kez de eline odaklanmıştı. Yavaşça dizini tuttu. Gloïre garip bir hipnoz altındaymışçasına elini izliyordu. Elini yavaş yavaş yukarıya doğru kaydırdı. Elbisesinin eteği sıyrılmaya başlamıştı. Ortaya çıkan dolgun baldırları Gloïre’ın anlık bir titremeyle sarsılmasına neden olmuştu. Sonra bir anda jartiyerine tutturduğu silahı çekti…




BÖLÜM II



“Manet amnes una nox!” dedi Gloïre. Oturduğu sandalyede başını duvara dayamış acı çekiyordu. Sol göğsünden giren kurşun kaburga kemiğine saplanmış kan kaybetmesine sebep oluyordu.

“Ne dedin?” diye sordu Blanche.
“Manet amnes una…”
“Latince bilmiyorum!” diye bağırarak Gloïre’ın sözünü kesti.
“Herkesi…” dedi Gloïre ve yutkundu. Sol kolu uyuşmaya başlamıştı. “bir gece bekler…”

Blanche ayaktaydı. Elbisesinin sağ askısı düşmüştü. Titreyen elinde tuttuğu silahın hedefi Gloïre’ın alnıydı. Burnunu sol elinin üzeriyle sildi. Ağlıyordu. Bir damla yaş yanağından süzülüp şarap kadehlerinden birine isabet etti. Damlanın düşüşüyle kristal kadeh çok temiz bir tını çıkararak titredi.

Gloïre silaha baktı. Namluyu bu açıdan ilk defa görüyordu. Namlunun çevrelediği kara boşluğa odaklanmıştı.

“Özür dilerim” diye yakındı Blanche, bir hıçkırığın gücüyle sıçradı.

Gloïre hala namlunun içine bakıyordu.

“Ne kadar uğraşırsan uğraş, kendini kurbanının yerine koyamazsın” dedi kadına. Tüm vücudu karıncalanıyordu.

Tüm hıçkırık ve iç çekişler arasından duyulan kadın sesi hep aynı şeyi tekrarlıyordu;

“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”

Namludan çıkan kurşunun alnına doğru yöneldiğini gören Gloïre “Problem değil” demek için biraz geç kaldığını fark etti.

Cansız bedeni sandalyeden aşağı düştü. Kafasından çıkan kan tüm döşemeye yayılıyordu…

Başka Bir Bilinçakışının Anatomisi

Hepimiz bir bataklık içinde yaşıyoruz. Sadece bazılarımız yıldızlara bakıyor.

Oscar Wilde



Terliyorsun. Oda sıcak olmalı. Ben hissetmiyorum.

Yaramaz bacaklarım oturduğun bilgisayar sandalyesinin tekerlekleriyle oynuyor. Kötü kötü bakıyorsun. Bu bakışın soğukluğu içimi titretiyor.

Saat akşamın dördü.

Kolonlarından birinin üzerindeki fosforlu melek bizi işaret ediyor kendi kendine yakınırken. Pano ilgisiz.

Büyük bir gürültü hâkim mikrokosmosunda. Odanın sürekli sakinleri bile bağırıp çağırıyor dikkat dağıtmak için. Yanımızdan geçen yeni uyanmış ve durumdan habersiz kediyi kuyruğundan tutup koltukların arasına çekiyor Peggy, Plump Fiction’ın kahramanı.

“Şşt!”

Koca gözleriyle manasız manasız bakıyor kedi. Peggy;

“Felaket!”

Kedi şaşırıyor;

“Harun mu yoksa?”

Buz gibi bir hüzün yayılıyor Peggy’nin yüzüne.

Hemen koltuklardan birine tırmanan kedi kıyafetlerin arasından korkmuş gözlerle bakıyor siluetlerimize.

Aklındaki karanlık düşüncelerin elektriği oturduğum yerden hissedilebiliyor.
Bir sivrisinek başını pencereden sokup emilecek kan var mı diye kontrol ediyor.

Habersizim.

Oysa posterler, kediler, tüm biblolar ve mobilyalar olacakları biliyor... Pano hala ilgisiz.

Gözlerimin içine bakıyorsun; dudağın hareket ediyor. Bu sırada apartmanın hemen dışında bir kompresör asfaltı delmek için deli gibi çalışmaya başlıyor, kolonlarından yayılan müzik camları titretiyor, talim uçuşundaki bir uçak güzergâh olarak apartmanın üstünü seçiyor.

“Olduğumuz şeyi” diyorsun, “bırakmalıyız bence.”

Sesin cıva yoğunluğundaki havayı ittirerek kendine yol açmaya çalışıyor. Hidrojen, oksijen ve karbon gibi havayı oluşturan atomlar algılarımı önlemek için birbirlerine sarılarak yoğunlaşıyor. Korkmuş bir parça şaşkın azot kulağıma kaçıyor. Ürperiyorum

“Problem değil…”

Kafanı aşağı eğiyorsun. Gözümden çıkan ve yoğunlaşmış havada ilerleyemeyen bir parça parıltı yere düşüp ölüyor.

Çaresizlik bu. Kelimeler fazla geliyor. Ne zaman tanımlamaya kalksam bu durumu ardından aşırı doz sakinleştirici almam gerekiyor.

Bir gün kan ter içinde kalmama sebep olacak denli sıcak odamda yalnızlığıma sarılacağımı bilir gibiyim şimdiden.

Zaman geçiyor.

Sonra biraz daha geçiyor.

Şimdi yüzlerce insanı kapsayan debisiyle akan yolda birer cenaze ağıtçısı gibi ilerliyoruz. Herkes bize bakıyor. Göğüslerimizin içinde taşıdığımız paramparça etler kalplerimize ait. Huzurevinde kalan yaşlılar gibi görünüyor olabiliriz, işin kötüsü dediğim gibi, herkes bize bakıyor. Rahatsızlık katsayım santigrat cinsinde suyun kaynama sıcaklığıyla eşdeğer.

Biz - Biz = Metamorfoz;

Dünya eskisinden daha da büyük şimdi, atmosfer basıncı tüm kemiklerimi çatırdatıyor.

Çarşamba, Ekim 25, 2006

Kayıp

Oğlum televizyonda.
Kocamla birlikte bir kadın programına çıkmışlar.
“Annenize söylemek istediğiniz birşey var mı?” diyor kadın sunucu.
Oğlum kameralara bakıyor;
“O sadece benim gözlerime baksın” diyor, ”Anlayacaktır...”
Bir kaya kadar sağlam.
Kocam perişan.
Nefes almayan bedenim humuslu toprak üzerinde soğuyor.
Küçük oğlum evde, sağlığımda aldığımız köpeğe sarılmış ağlıyor.

Kayıp...
Sıfatım on bir gündür bu.
Öncesinde bir anneydim, bir eş, bir bakıcı, bir akraba ya da bir komşu.
Artık kayıbım...

Bazı belgelerde kurban olarak da bahsediliyor adımdan. Ama o belgeleri düzenleyenler henüz kayıp olduğumu bilmiyorlar.
Bir adli tıp temsilcisi kafamdaki yaraya dokunuyor;
“Amatörce!” diyor, “Taşla ezmişler.”
Bir diğeri boğazımdaki kablonun düğümlerini söküyor;
“Yazık...”

Rüzgar elektirik direklerinden birine yapıştırılmış “Kayıp Aranıyor” ilanını söküp alıyor.
Üzerinde siyah-beyaz bir fotoğrafım var.
Ağlamaklı cesedim toprağın dışında şişiyor.
Kimisine beyaz atlı bir prens gibi gelen ölüm beni derinliklerine hapsediyor.
Benim daha söyleyeceklerim var.
Nefes alamıyorum.
Ama benim daha söyleyeceklerim var.
İmam cemaate sesleniyor;
“Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?”
Susun! Konuşmak istiyorum!
“İyi bilirdik” diyor cemaat hep bir ağızdan.
Durun!
Bir iki kürek toprak çarpıyor kımıltısız bedenime.
Lütfen durun! Sesim çıkmıyor.
Bir iki kürek daha.
Her şey gömüldükten sonra ilk refakatçim yumuşak dokularımı yiyen kurtçukların şapırtısı oluyor.
Sonrası sessizlik. Sessizlik ve hiçlik.
Tüm sıfatlarım karanlıkta yitiyor.

Oğlum...
Gözlerine bakamadım onun ama anlamak konusunda sıkıntı yaşanmıyor...

Başparmak

17:40

Başparmağım Smitt Wesson marka gümüşi silahın horozunda.

- Arabayı durdur.
- Hey! Ne yapıyorsun! Kaldır onu!
- Arabayı durdur dedim!
- Tamam dostum. Sakin ol. Problem ne?
- Kes sesini.

Adamın kafasına nişan almış bir şekilde yanımdaki kapıdan çıkıyorum.

- Çık dışarı

Emrim sorgusuz yerine getiriliyor. Adam bir köpek kadar itaatkâr ve kırkılmış bir kuzu kadar zararsız. Arabanın etrafından dolanıyorum

- Soyun!

Önce oduncu gömlek düşüyor yere, sonra ceplerinde bozuk paralar şıngırdayan keten pantolon ve sonra da koltukaltları sararmış beyaz bir atlet. Slip donuyla karşımda titremeye başlıyor herifçioğlu.

- Onu da çıkar.
- Ama…

Bakışlarım ve tehditkâr bir havayla salladığım silah adamın sözünü kesiyor. İki saniye sonra adam Âdem gibi oluyor karşımda.

- Bu kadar küçük aleti olan birinin, diyorum, senin kadar cüretkâr olması ilginç.

Adamda çıt yok.

- Kıyafetleri arabaya koy.

Anında görüntü.

- Son duanı mı edersin, arkanı dönüp koşmaya mı başlarsın bilmem ama on saniye sonra sana ateş etmeye başlayacağım.
- Sakin ol dostum, gerçekten, beni yanlış anladın…
- On!
- Çırılçıplağım! Dağ başında yalnız başım…
- Dokuz!

Hiç bu kadar hızlı koşan birini görmemiştim…

İyi de buraya nasıl geldik?
Her şey okulla ev arasındaki yolu rutin bir yöntemle, otostopla kat etmeye çalışmamla başladı…

17:10

Başparmağım havada.

Bir zamanlar ailemin beni pazardan satın aldığına inanırdım. Sıvı dolu beyaz bir bidonda satılıyordum üstelik. Turşu gibi… İhtiyacım olan tek şey o sıvıydı. Akan zamanla ihtiyaçlar da arttı.

Fakültenin kapısından çıktım, evime doğru ilerliyorum. Toz toprak içindeki yolun başında önümdeki iki kilometrelik yol boyunca düşük banket olduğu yazılı. Tabelaya yaslanıp üzerimdeki kalın paltoyu çıkarıyorum. Tecrübeyle sabit; sürücüler soğukta üşüyen otostopçu bir öğrenciyi araçlarına alma eğilimi gösteriyorlar. Gelişigüzel kırıştırıp çantama tıktığım palto dikkatli gözler için yükümün ağırmış gibi görünmesini sağlıyor. Esasen elyaf.

Toz kaldıra kaldıra yanımdan geçen bir çöp kamyonu kızarmış ceset gibi kokan biyodizel emisyonuyla midemi kaldırıyor. Burada onlara sık sık rastlıyorum. Bu yol üzerinde, şehrin yirmi kilometre dışında bulunan atık biriktirme alanının durmak dinlenmek bilmez işçi karıncaları gibiler. Bir tek çöp kamyonlarına otostop çekmiyorum. Bir keresinde bu yolda traktöre binmiştim, bir diğerinde römorkunda catterpillar kepçe taşıyan bir tıra, bir diğerinde Tıbbi Atık kamyonuna, bir keresinde cenaze nakil aracına hatta at arabasına… Örnekleri çeşitlendirmek mümkün. Ancak çöp kamyonları genelde bir şoför ve iki çöpçüyle dolu olduklarından kaçak bir yolcuyu taşıyacak boş yere sahip olmuyorlar.

17:20

Başparmağım cebimde.

Rüzgâr tam karşıdan estiğinden ve hava soğuk olduğundan hafif titreme eğilimi gösteriyorum. Kısa kollu tişörtümün örtemediği kısımlardaki tüylerimin diken diken olduğunu görebiliyorum. Sırtımı istikametime dönmüş, geri geri yürüyorum. Cebimdeki ellerim kollarımı yanlardan belime bastırmama olanak sağlıyor. Bu sayede hem daha az üşüyorum, hem vantilatörlerin Kırmızılı Kadın filminde Marilyn Monroe’nun eteğini açması gibi hoyrat rüzgârın tişörtümü havalandırıp göbeğimi açıkta bırakmasını önleyebiliyorum, hem de tişörtümün kısa kollarından pörtleyen pazılarımın egomu pompalamasını hissedebiliyorum.

İleriden bir polis minibüsü geliyor. Hiç tereddütsüz, hemen elimi cebimden çıkarıp başparmağımı kaldırıyorum. Aklıma daha önce aynı yolda otostop çekmediğim halde durup beni alan polis arabası geliyor. Hatırladığım kadarıyla şoförle diyalogumuzun ilk cümlesi “Neden bize otostop çekmiyorsun lan!” şeklinde olmuştu. Bu sefer öyle olmuyor. İçinde benimle dalga geçen, keyili keyifli sırıtan memurları taşıyan araç yolun dışına atlamamı gerektirecek kadar yakınımdan geçip peşinden giden katmerli küfrümle birlikte ufukta gözden yitiyor.

17:25

Başparmağım paketten sigara çekmesi için işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Sırtımı dayadığım yol kenarındaki ağaç rüzgârın şiddetiyle sallanıyor. Tam gaz yaklaşmakta olan tırı gördüğümde tekrar yola atlıyorum. Evrensel dilde “beni arabanıza alır mısınız” manasına gelen işareti yaparak kolumu sallıyorum. Koca araç tıslaya oflaya yanı başımda duruyor. Kapıyı açmak için tırmandığım merdivenlerin üzerinde güçlükle durarak kapının kolunu çekiyorum. Kapının açılmasıyla bozkıra yayılan Erkin Koray ezgileri şoförün müzik zevkini ele veriyor.

Yuvarlak gözlükleri ve omuzlarına dökülen kıvırcık saçlarıyla beat kuşağından fırlamış izlenimi veren araç sahibi sesleniyor;

- Ne tarafa gidiyorsun genç?
- Yenikent’e
- Ee, ben Afyon’a gidiyorum… İstersen Afyon’a kadar atabilirim…

Afyon…

Eskişehir – Afyon kavşağı elli metre ileride. Afyon’a gitmek için dönmek icap ediyor. Ancak Yenikent kavşaktan on bilemedin on beş kilometre mesafede.

- Hadi ya… Neyse, sağ ol yine de. İyi yolculuklar.
- Eyvallah…

İttirdiğim kapı dengemi bozuyor ve bir uçumluk merdiven mesafesini kalçamın üzerinde sonlanan bir uçuşla kat ediyorum.

15 dakikalık acındırma stratejisi parmaklarımın morarmasından ve tüm vücudumun titremesinden başka hiç bir şeye yaramadığından paltomu tekrar giymeye karar veriyorum. Çantamı açmış paltomu çıkarmaya çalışırken nereden geldiğini bilmediğim bir arabanın fren sesiyle irkiliyorum. Yanımda siyah bir Renault Megane duruyor. Koyu lacivert film çekilmiş otomatik cam aşağı iniyor, şoför önce benim konuşmam için susuyor.

- Merhaba. Yenikent’e doğru gidiyorum…

17:30

Başparmağım seğiriyor.

Kapanan kapı aracın içindeki basıncı etkilediğinden anlık bir kulak tıkanması yaşıyorum.

- Hangi bölümdesin?

Dört buçuk yıldır her gün, günde iki defa otostop çekiyorum. Her seferinde aynı sorular, aynı cevaplar. Durumdan bıkkınım.

- Edebiyat…

Karşılaştırmalı Edebiyat desem gelecek soruyu biliyorum, vereceğim cevabı biliyorum, arkasından gelecek soruyu biliyorum… Sanki bir satranç oyunu ve ben yirmi hamle sonrasını tahmin edebiliyorum.

- Öğretmen mi olacaksın?

Bunu soracağını da biliyordum… Çabalamak gereksiz. Ezbere bildiğim cümleleri sıralıyorum bir bir. Araç yolda ilerliyor. Sonra ilginç bir şey oluyor. Araç gitmesi gereken yöne değil de ormanın içine giden yola doğru dönüyor. Kafamı çevirip adamın gözlerine bakıyorum;
- Nereye?

Adam gülümsüyor. Kendinden emin bir şekilde;

- Otostop çektiğin araçların şoförlerine, diyor ve bu arada vites yükseltiyor, fazla güvenmemelisin dostum…
- Nasıl yani?

Dedim ya, dört buçuk yıldır yapıyorum bu işi. Zaman zaman heyecan veren olaylar yaşanmıyor değil. Olayı akışına bırakmaya karar veriyorum.

- Kız arkadaşın var mı?
- Yok.
- İbne misin yoksa sen?
- !?
- Üniversiteli gençler arasında çokmuş onlardan…
- Hasta mısın? Durdur şu arabayı.
- Eğlenceli şeyler yapacağız seninle…
- Öyle mi? Diyorum, Tamam o zaman!

Elimi yavaşça kucağımda duran sırt çantama sokuyorum. Buz gibi olmuş metal adrenalin salgımı kuvvetlendiriyor.

...

17:55

Başparmağım yaktığım kibriti karşımda duran metal yığınına atmamda işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Bir anda parlayan benzin önce arabanın döşemelerini sonra da pilot köşkünü tutuşturuyor. Yaktığım sigara bitmeden dört yüz metre uzağımdaki anayola geri dönüyorum.

18:03

Başparmağım yeniden havada…

Bidona geri dönmek istiyorum.

Bir Bilinçakışının Anatomisi

Titriyorsun. Hava soğuk olmalı. Ben hissetmiyorum.

Yaramaz kolum uzandığımız fiber karbon araba çatısında koluna değiyor. Bu temasın sıcaklığı buzlanmış kalbimi sırılsıklam ediyor.

Saat sabahın dördü.

Küçükayı bizi işaret ediyor Büyükayı’ya fısıldayarak bir şeyler söylerken. Kutup yıldızı ilgisiz.

Büyük bir sessizlik hâkim mabedimde. Platonun sürekli sakinleri bile kulak kesilmiş söyleyebileceğin herhangi bir cümleye. Yanımızdan geçen yeni uyanmış ve durumdan habersiz baykuşu kanadından tutup ağaçların arasına çekiyor Bay Gui, bir tilki.

“Şşt!”

Koca gözleriyle manasız manasız bakıyor baykuş. Tilki;

“Bugün büyük gün!”

Baykuş şaşırıyor;

“Harun mu yoksa?”

Sıcacık bir gülümseme yayılıyor tilkinin yüzüne.

Hemen ağaçlardan birine tırmanan baykuş iğne yapraklar arasından dikkat kesiliyor siluetlerimize.

Kalp atışlarının soğuk araba çatısı üzerinde oluşturduğu titreşimler hissedilebiliyor.
Bir köstebek başını topraktan çıkarıp her şey yolunda mı diye kontrol ediyor.

Habersizsin.

Oysa kurtlar, kuşlar, tüm yıldız ve bitkiler bu anı bekliyor. Kutup yıldızı hala ilgisiz.

Yıldız kümelerinden birini işaret ediyorsun; Dudağın hareket ediyor. Bu sırada beş metre ötemizde yürümekte olan karınca duruyor, arkamızdaki ormanda patlamak üzere olan bir tomurcuk dünyaya açılmayı erteliyor, kuzey rüzgârı bize ulaşmadan batıya dönüyor.

“Şu” diyorsun, “Büyükayı mı?”

Sesin kristal berraklığındaki havayı titretiyor. Hidrojen, oksijen ve karbon gibi havayı oluşturan atomlar titreşime yol verebilmek için sağa sola kaçışıyor. Ortada kalan bir parça şaşkın azot genzime kaçıyor. Yutkunuyorum.

“Galiba…”

Gülümsüyorsun. Ağzından çıkan ve incelmiş havada rahatlıkla ilerleyen anason kokusu beni burnumun ucundan yakalıyor.


Güzellik bu. Kelimeler yetmiyor. Ne zaman tanımlamaya kalksam bu durumu, ardından bir keyif sigarası yakmam gerekiyor.

Bir gün ağzımdan buhar çıkaracak denli soğuk odanda terinin göğsümde kuruyacağını bilir gibiyim şimdiden.

Zaman geçiyor.

Sonra biraz daha geçiyor.

Şimdi yüzlerce insanı kapsayan debisiyle akan yolda birer Zen ustası gibi ilerliyoruz. Kimse bizim orada olduğumuzu bilmiyor. Boyunlarımızda taşıdığımız parmak izleri tutkuya ait. Liseli gençler gibi görünüyor olabiliriz, ama dedim ya, kimse bizim orada olduğumuzu bilmiyor. Rahatsızlık katsayım santigrat cinsinde suyun donma sıcaklığıyla eşdeğer.

Sen + Ben = Metamorfoz;
Dünya yeniden karpuz kadar kalmış ayaklarımın altında, kafam yıldızlara çarpıyor…

Bırak Kendini

Genzim yanıyor!

Şehrin çatısı; Pelenor Fields… Bir kayanın üzerinde oturuyorum. Kuzeye, Güneye, Doğuya ve Batıya uzanan hiçliğin tam ortası. Ayağımda spor ayakkabılarım, üzerimde yeni keşfettiğim renk cümbüşü kıyafetlerim, aklım yedi tepede. Rüzgâr esiyor. Ayaklarımın altındaki kel toprak zihnimde radyoaktif bir serpinti alanını resmediyor. Ağlamaklıyım bugün. Bir kuşun çığlığı pür dikkat dinlediğim ve kendimi ritmine kaptırdığım sessizliği yararak dikkatimi tarlaların ortasında bitmiş yalnız bir ağaca yöneltiyor. Al sana özdeşlik.

Düşünüyorum;

Bırak kendini; bunu söylemeye çalıştın bana değil mi? Bırak… Korku dolu bir tümce bu. Aynada sana bakanın başka biri olması korkusu… Bırak kendini, böylece daha iyi anlatabilirsin, kelimeler sevişsin. Bedenimizin eksiğini kelimelere yükleyebilelim diye bırak kendini. Bırak kendini, lanet herif! Bırak! Sonuçta hem istediğini alacaksın, hem de muktedir olacaksın istediğimi vermeye. Bu yüzden bırak kendini. Başkalarını anlatma bana, senin ereğin kendine. Sadece bırak…

Bu muydu anlatmak istediğin?

Çık bedeninden, döne döne uzaklaş kendinden, aşağıdaki siluetine bak. Tam yol ileri, ışık hızı, istikamet dünyanın dönüş yönünün tersi;

FLASHBACK!

10 Temmuz 1999;
Müzikal bir hayat. Bir aşk; Ezgi. Bir dost; Yener.

Yüce dostluk… Güvenilesi tek icadı mucit varlığımızın.
Yumruklanan kapı, aşina bir ses; “Harun! Yardım… Bileklerimi yarıp içinden hayatımı çıkardım…”
Metalik gri Uno, 130 Km/hız’a sabitlenmiş kadran, arka koltukta yatan şuursuz Yener, Acil Servis…
Tekrar merhaba dostum… Hayatın ve sana tekrar merhaba.

15 Temmuz 1999;
Ey aşk… İnanılası tek mucizesi peygamber bedenlerimizin.
Sarmaşık bedenim. Göğüslerimde bir kadının göğüsleri, ellerim kalçasında. Ezgim! Dudaklarım kulaklarına değiyor, Bir tümce ağzımdan kopup gidiyor sonsuzluğa, “Beni bırakma…”

23 Temmuzu aynı yılın;
Lanet sanrı… Tiksinilesi tek yaratısı sanatçı beyinlerimizin.
“Yener; daha fazla kullanmayalım!”
“…”
“Dostum, ben çok özledim!”
“…”
“Sana diyorum ya! Sesimi duyuyor musun?”
Avazım çıkıyor…
“Duyuyorum… Çağır…”
“Çağır???”
“…”
“Tamam. Sakalın yapıştırıcı olmuş…”
“…”

Ezgim. Peyda oluyor hiçlikten.
Sanrı?
K-E-Ş-K-E-!
Eğlence, sohbet, dokunuş, hiçlikte kayboluş…
Ben miyim o sevişen? O inilti benden mi geldi?
Arkaya dönen kafa, işte lanetim karşımda.
Toprağın kucağında yarı çıplak Ezgim, üzerine Yener’i giymiş.
“Ne oluyor burada???”
“…”
“Yener!”
“…”
“YENER!!!”
“…”
“YETER!”
Bir bira şişesi elimin çekimine takılıyor, avucumda paramparça, avucumla…
“Lanet olsun, lanet olsun, lanet!”
Boğuk bir ses yükseliyor karşıdaki et yumağından;
“Ağzımda bir dil var Harun… Sana cevap veremiyorum…”


Kan…

Harun? Harun çoktan soğuruldu bile… İki tepe ileride çöküp kaldı bir kayanın üzerine. Öz sıvısının kalbinden çıkışını, omzundan geçip koluna akışını, oradan eline geçişini, elinden yere damlayışını ve yerde soğuyuşunu tüm kızıllığıyla yaşıyor içinde.
Akan kan değil… Tutku soğuyor toprağın bağrında.
Dostluk ve aşk birbirini nötrlüyor…

Bu olabilir mi duymak istediğin?

Aşağıda siluetin, geri dön ona…
Yağmur bulutları bir buçuk metre üzerimde, hani uzansam tutabilecek gibiyim nemli pamukçukları. Kafamı sağa çeviriyorum; bir orman. Üç yüz metre mesafe. Sol; alabildiğine nadas, alabildiğine bozkır. Ortada ben varım yine, tam ortada…
Dünyayı benim olduğum noktadan ikiye kessen eşit iki parça düşer uzay boşluğuna.

Genzim hala yanıyor.

Aklımdasın…

10 Ekim 2006 Salı

Nerede Kalmıştık Canım?

Çıplak tenimden çıkan dumanı gördüğümde kendime henüz gelemediğimi sanmıştım.Daha önce hiç bulunmadığım bir banyodaydım. Mis gibi yumuşatıcı kokan yüz havluları lavabonun yanındaki askılardan sarkıyordu. Aynada, elmacık kemiklerimin altına kadar morarmış göz altlarımı ve hafif tırnak çizikleriyle dolu çıplak bedenimi belime kadar görebiliyordum. Göremediğim kısımları kafamı aşağı eğerek kontrol ettim. Her şey yerli yerindeydi ve sıkı bir ereksiyon yaşıyordum. Kalçamda muhtemelen uzun tırnaklı bir elin yoğun mıncıklamalarından kaynaklanan hafif bir acı duyuyordum. Sol kulağımın arkasından aşağı süzülen bir su damlası, boynumdan geçerek göğsümün etrafındaki kıllara takıldı. Bir su damlasından dahi tahrik olabilecek durumdaydım Dizginlenemeyen tutkularım beynime dışarıda ne olduğunu öğrenmesini dikte ediyordu. Fakat beynimin de planları vardı.

Banyo kapısının yanında duran, kırmızı, pembe ve yeşil çiçek desenleriyle kaplı çamaşırlık dikkatimi çekti. Önce kapıya yaklaştım, kulağımı dayayarak dışarıdan gelebilecek herhangi bir sesi duymaya çalıştım. Çıt çıkmıyordu. Çamaşırlığın kapağını yavaşça kaldırdım. Nedense aklıma ağabeyimin porno dergilerini çaktırmadan karıştırdığım günler geldi. İlk gözüme çarpan noel baba desenleriyle kaplı lacivert bir erkek boxerıydı. Çamaşırları tıbbi atıkları kurcalayan bir çöpçü dikkatiyle eşeliyordum; bir slip don, “V” yaka bir erkek atleti, üzerinde emniyet müdürlüğü amblemli bir iğne unutulmuş lacivert çizgili boyunbağı, bir çift az kokulu çorap… Nasıl olur? Oysa ben çamaşırlıkta birkaç pembe kurdeleli g-string, dantelli sutyen, belki bir çift jartiyer ya da hiç olmadı turuncu bir kadın bodysi bulmayı hayal ediyordum.

Pür dikkat kapattığım çamaşırlığın hemen üzerinde bulunan raflar erkek parfümleri, deodorantları, tıraş sonrası kremleri ve her zaman sahip olmak istediğim türden bir çift Gilette Mach 3 pilli tıraş bıçağıyla doluydu.

Olamaz!

Geçmiş tecrübelerime dayanarak yatağımı çıplak kadınlarla paylaşmaktan aldığım hazzı biliyordum. Fakat o anda aşina olmadığım ve nasıl geldiğimi dahi bilmediğim bir evin banyosunda, bu evin bir erkeğe ait olduğunu ispat eden onlarca delille birlikte çıplak durumdaydım. Dışarıda beni neyin ya da kimin beklediğinden emin değildim.

Aklımın oyunlarına daha önce de maruz kalmıştım, hatta bir keresinde sabahın beşinde sadece mahrem yerlerimi örten bir boxerla, kendimi şehrin göbeğinde bulmuştum. Vertigo finans kulesinin otuz ikinci katındaki terası… Akrofobisi olan ve oraya nasıl geldiğini bilmeyen biri. Siz birleştirin. . Doktorum o dönemde uyuşturucuyu bırakmam gerektiğini söyleyip duruyordu. Otizmi tetikliyormuş Hah! Kimin umurunda şu beyaz yakalı steteskop kafalılar!

Tüm bu heyecan bana yaramamıştı. Soğuk suyla temas etmiş bir oğlan çocuğunun organı kadar kalmış penisimle banyonun ortasında dikiliyordum.. Bu halim cesaretlendirilmek için çırpınan güven duygumu titretmişti. Acilen örtünmem gerekiyordu.

Çamaşırlığı tekrar kapattığımda altımda noel baba desenli lacivert bir boxer ve üstümde “V” yaka bir atletle teftişe hazır denizciler gibi hissediyordum.

Ne olursa olsun buradan çıkmalıydım, dışarıda beni bekleyen Muhammet Ali bile olsa o anki paranoyalarım kadar korkutucu olamazdı.

Kapının beyaz ve altın rengi çizgilerle kaplı kolunu kavradım. Yavaşça aşağı doğru bastırdım, kapı direndi. Zorladım, ittirdim, çektim ama kapı kilitliydi. Çılgına dönmüştüm ve sanırım çıkardığım sesle, her kimse, ev sahibimi rahatsız etmiştim. Kulaklarım, taş bir koridorda yaklaşmakta olan bir çift terliğin sesini fısıldıyordu. Heyecanım ve kendimi koruma güdümle elime ilk geçen nesneyi alıp kapının açılmasını bekledim, çok sessizdim. Kapının arkasındaki kişi aynen benim daha önce yaptığım gibi kapının kolunu tutup, ittirip çekerek bana ulaşmaya çalışıyordu. Fakat kısa bir süre sonra pes etti.

- Kapıyı içeriden kilitlemişsin!

Bunu söyleyen tanıdık bir kadın sesiydi ama kim olduğunu çıkartamıyordum. Kadının kim olduğuna boşverin, tümünü boşverin! Birkaç duble votkadan sonra yatakta hepsi aynı. Sersemliğimden utanarak boş olan sağ elimle anahtarı çevirdim. Küçük bir gıcırtıyla açılan kapı şaşkın gözlerle bana bakan kadını banyodan süzülen buhar ve parlak sarı ışığa maruz bıraktı.

- Tayfun!
Tayfun, Bu bendim…

- Elindeki ne?
Soğuk bir nesne tuttuğum sol elime baktım. Tuttuğum şey üzerinden kahverengi bir sıvı süzülen tuvalet pompasıydı, leş gibi de kokuyordu. Kendimi salak gibi hissettim.

+ Şey… Tuvalet, tıkanmıştı!
Bunları söylerken pompayı klozetin yanına fırlattım.

Kocaman göz bebekleriyle bana bakan kadın ışıktan rahatsız olmuş olacak ki arkasını dönüp loş koridorda ilerlemeye başladı. Ritmi yakalayın,o anki kalp atışlarımın sesini dinleyin! Her şey tıkırındaydı, koca bir ev, fantezilerim için bilmem kaç oda ve oldukça güzel bir hatun… Onu takip ettim. Koridorun sonunda sarı ışıkla aydınlatılmış geniş bir odaya girdik. Beş bilemedin altı paket centiyane kökü ve civanperçemiyle masayı paylaşan bilgisayarın kolonlarından süzülen vokal trance tarzda müzik…

Centiyane kökü, hem müshil olarak kullanılabilen hem de usta ellerde işlendiğinde on numara bir steroidedönüşen doğal maddelerden biri. Civanperçemi de centiyane kökünün kullanımından sonra oluşabilecek ağız kuruluğu ve aşırı ishalliği önlemek için ideal. Ancak bu iki maddenin işlenmeden bir arada kullanımı, tatlarının acılığı nedeniyle neredeyse imkansız… Sorunun çözümü mü? Beş yüz mililitre çözeltiye karıştırılan bir tutam vanilya… Ayrıca, günün ipucu; aynı miktarda vanilyayı suya karıştırıp kaynattığınızda evde yaptığınız kızartmaların da kokusundan eser kalmayacaktır…

Kadın bilgisayar masasının önündeki sandalyeye çöktü ve açık paketlerden çıkardığı centiyane köklerini derince bir kapta toplamaya başladı. Bu kadının kim olduğunu çıkartamıyordum ama kendimde değilken vücudumdaki izleri çıkaran eğer oysa yatakta ne gibi numaraları olduğunu görmek istiyordum.

Centaine işliyordu… Evet, yaptığı şey bu hale gelmemi sağlayan uyuşturucuyu hazırlamaktı. Kısacık kesilmiş tırnaklarla kaplı parmakları bitkilere her dokunduğunda beni tahrik eden yapışkan bir ses çıkıyordu, bitkileri kapta topladı, elindeki tokmakla ezmeye başladı. Bu bana fabrikanın birinde pamuk ayıklayan bir kızın masumiyetini çağrıştırıyordu. Yaklaşık on dakika hiç konuşmadık, bu arada o işiyle meşgul oldu ve hemen yanındaki yumurta pişirme zamanlayıcısı tiz bir ses çıkardığında kap ve tokmağı bir kenara bıraktı.

+ Teşekkür etmek istedim, dedim.
Bedenimin her yerinde oluşturduğu izleri ve hatırlamadığım sevişme sahnelerini kastediyordum.

- Nasıl?

+ Yani, dedim; Biz, sen ve ben…
Konuya nasıl gireceğimi bilmiyordum. Kadın umursamaz davranıyordu. Kaptaki yapışkan maddeyi bir yemek kaşığıyla sıyırıp masanın altından aldığı bir çaydanlığa taşıdı.

- Biraz bekle,dedi; Hemen kaynatmaya geçmem lazım…

Evet, biliyordum… Hemen kaynatmaya geçmesi lazımdı. Yoksa cantiyane kökünün aktif maddesi katılaşır ve kafa yapmaktan çok ishal yapmaya yarardı. Elindeki çaydanlıkla odadan çıktı ve ben sabırla dönüşünü beklemeye başladım. Bir süre sonra kapanan dış kapının sesiyle irkildim. Kadın mı gitmişti, yoksa başka biri mi gelmişti? Günün ikinci gereksiz ipucu; Polisler asla kapıyı çalmazlar! Kendi evlerine girseler bile…

-Ben geldim!

Bu sesi de tanıdık bulmuştum, kime ait olduğu görmek için acele etmeme gerek kalmadı. Bir gece önce barda bana ahlaksız teklifte bulunan kadın görünümlü erkek, polis görünümüne bürünmüş şekildeodanın kapısından girdi. Evet… O anda anladım. Bu kesinlikle geçen gece saat sekiz civarı Vodoo’da yanıma gelip oturan kişiydi. Ahlaksız tabir edebileceğim teklifini reddettiğimi hatırlıyordum. Fakat saat dokuzda neredeydim???

Kapıdan geçip, gözlerime bakarken sesini incelterek “Nerde kalmıştık canım?” dediğinde ilk uyuşturucu kullandığım gün aklıma geldi. Ne kadar da masumdum... Şimdi bu evde, hiç de tercihim olmayan bu insanla birlikteydim, tamam, güzel. En azından olanları hatırlamıyordum.

Halen hatırlamıyorum...

Not: Öykünün orjinalini yazdım… Sonra Ilis Sullivan’la gaza geldik, öyküyü yeniden yazdık…

Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın Eserlerinde Ölüm ve İntihar Temalarının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi

Not: Bu çalışma 08 Eylül 2006 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenmiş olan Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi’nde bildiri olarak sunulmak üzere hazırlanmıştır.

İntihar, kimine göre psikiyatrik bozuklukların yansıması bir edim, kimine göre tanrıya bir kurban... Kimine göre bir sanat, kimine göre muhalefet... Çağlar boyunca süregelen söz konusu edim, defalarca tanımlanmış, farklı disiplinler tarafından birçok kez konu alınmış, sanatçılara ilham vermiş. Esasen konunun fevkalade tekil olmasından ötürü, yapılacak olan çoğu tanım havada asılı kalacaktır. Zira intihar kişinin kendine özgü, yaşamsal, son seçimidir ve tamamen edimi gerçekleştirene aittir.

Ancak elbette ki nedensellikleri üzerine düşünmek mümkündür ve psikologlar, psitiyatristler ve toplumbilimciler başta olmak üzere dünyada pek çok disiplin tarafından araştırılan bir konudur.

İntihar kelimesine etimolojik olarak bakıldığında, Ortaçağda intiharın yerine “sui homicida” ikileminin kullanıldığını biliyoruz. Ardından kendi kendini öldürmek anlamına gelen “suicidum” kelimesinin 18. yüzyılda Fransızcada ortaya çıktığı görünüyor. Osmanlı coğrafyasında ise atrihin en eski zamanlarından beri kendini öldürenler olduğu halde, intihar kelimesi Türkçeye tanzimatla eş zamanlı olarak girmiştir ve kaynağını Arapça'da kurban anlamına gelen “nahr” kelimesinden alır.

Çalışmadaki amaç, öncülün ardılı nasıl etkilediği ve ardıl Nilgün Marmara ile öncül Sylvia Plath'ın eserlerindeki Ölüm ve İntihar temasının benzerliklerini, çoğulcu yöntem kullanarak ortaya koymaktır.

İki farklı yazar ya da şairi konu edinen karşılaştırmalı çalışmaların çıkış noktası, genellikle iki yazar ya da şairin özdeşlik gösteren hayat hikâyeleridir. Ancak bu çalışmada yapılacak olan, alışkanlığı kırıp sanatı alımlamaya bir adım daha yaklaşmak adına, Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın yaşamlarındaki ortak noktaların edebi bağlamda yansımalarını ortaya çıkarmaktan ziyade, iki yazarın özgün hayat hikâyelerinin yarattığı farkların, edebiyatta onları buluşturan yanlarını ortaya koymak, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı kültürün mevcudiyetine karşın, edebiyatın onlar için ortak bir payda olduğunu gözle önüne sermektir.

Ancak özkıyımın hazırlayıcısının kişinin geçmiş yaşantısı olduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu iki şairin hayatlarından birer kesit sunmakta fayda var.

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932'de Alman ve Avusturya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak ABD'nin Boston eyaletinde dünyaya geldi. Plath 10 yaşındayken babasını kaybetti ve bu ölüm, onun için hayatının dönüm noktası oldu. Bu zaman dilimi, Plath’ın hayatındaki psikolojik buhranların da başlangıcı oldu. Plath bu andan itibaren kendine söz vermişçesine başladığı intihar girişimlerini on yılda bir tekrarlamayı neredeyse bir seremoni haline getirir. Ve Lady Lazarus şiirinde de bunu okumak mümkündür;

Yine yaptım, yine yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben...

İlk intihar deneyimini on yaşında gerçekleştiren Plath, aynı yıllara denk düşen tarihlerde şiir yazmaya başlar. Boston Smith College'de okurken aynı zamanda da bir derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Bu arada Amerika'nın saygın eleştiri kalemlerinden Alvarez'e şiirlerini gönderir, kimileri yayımlanmaya değer görülür. Plath artık tanınmış, ünlü bir şairdir. Bu arada kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Cambridge'de, daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi şairleri arasına girecek olan Ted Huges'la tanışır. Kısa bir süre sonra evlenirler.

Bu birliktelikten üç çocukları olur. Çocuklarla birlikte Plath, bambaşka bir hayatın içine girmiştir. Ve artık kadın olmanın sorumluluğu tüm benliğini sarar. Bu onun için derin bir sıkışmışlık duygusudur, zira Sırça Fanus'taki feminen öğeler bunun kanıtlayıcısı niteliğindedir. Nihayetinde Huges'un başka bir kadınla ilişkisini öğrenen Plaht 1962 yılında çocuklarıyla birlikle Londra'ya yerleşir. Ve burada kendini yoğun bir şekilde şiire verir. Ve psikolojik sorunlarının doruğa çıktığı '63 Şubat'ında intihar eder. Londra'ya yerleştikten sonra yazdığı kırk bir şiir, ölümünün üç yıl ardından “Ariel” adlı bir kitapta toplu olarak yayımlanmıştır.

Sylvia Plath'ın ardılı Nilgün Marmara ise 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji'nde öğrenimini tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden lisansını aldı. Lisans tezinde Sanatçı-İntihar ilişkisini derinlemesine inceledi. Tezindeki ana başlıklardan biri de şöyledir; “İntiharla Sanatsal Yaratı Arasında ilişki: Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?” Plath'ın görüşleri Marmara'yı derinden etkiledi. Şiirlerinde Plath'ın imgesel yoğunluğuna benzer bir tarzla düş ve gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını zaman zaman cinselliği, sert bir gerçeklikler sanatına konu edindi. Marmara'nın şiirleri ilk olarak Daktiloya Çekilmiş Şiirler ismiyle 1988'de yayımlandı. Nilgün Marmara, 29 yaşında Beyoğlu'ndaki evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verdi. Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi, onun da günlüğü ölümünden sonra “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Marmara, J.Paul Sartre'ın; “intihar, dünyada var olmanın bşr başka yoludur” cümlesini yorumlarken, aynı zamanda intihara yönelik kendi bakış açısını da ele vermiştir. Kişi, ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla kendi varlığını gerçekleştirir. Ve böylelikle kendi var oluşunu hiçlikle tanımlar. Cemal Süreyya, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi birçok isimle yakından dost olan Marmara'nın ölümü üzerine çokça kalem kavgası yapıldı. Eski dostlarından Ece Ayhan'ın, Marmara'nın ölüm sebebini bildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Ayhan, kendisine yönelik suçlamaları “Nilgün Marmara Üzerine 8 Soru” ve “128 Nilgün Marmara” başlıklı iki yazıyla cevapladı.

Cemal Süreyya ise “841.Gün” adlı eserinde şu satırlara yer verdi; “Nilgün ölmüş, beşinci kattaki pencereden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi, çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parlaklık eklenirdi. Çok da gençti sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı, başka bir dünyanın bekleme salonu olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün'ün yüzünde. O zaman görmemiştim, bugün ortaya çıkıyor.

Marmara'nın özellikle 1980 sonrası şiirlerinde Ölüm ve İntihar teması kendini tamamıyla hissettirmeye başlar.

Tüm hücrelerinle kus cellât yargıları
Sesten sonra, söğünçle
Bir gelecek insanlığa

Marmara'nın daha önceki şiirlerinde rastlanan ölümü dış etkilerden bekleme durumu artık değişmiştir. Marmara, artık kendi saf şiddetini yaşar ve kendini şu şekilde ifade eder;

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı...

Plath ve Marmara şiirinin en ayırt edici özelliği, Plath'ın olağanüstü kasvetli ve kötümser tutumuna karşın, Nilgün Marmara'nın kısmi iyimserliğidir. Bu yargıya varmamızın en önemli kanıtlarından biri, Plath'ın kaleminden dökülen “insan sevgisi, doğruluk, haklılık” uzak dünyalardan gelmiş yabancı şeylerdir bu çevrelerde. Satırlarından ve diğer yazarlardan öğrendiğimiz üzere Marmara'nın çevresel ilişkilerden sıkılan biri olmadığını, aksine hayattan zevk almanın yollarını arayan genç bir kadın olduğu biliniyor. Nilgün Marmara'nın özkıyımı daha kendine dönük bir edimken, Plath'da dış dünyaya karşı bir sistem görüyoruz. Nilgün Marmara için birey olmak, herşey olmak gibi bir şeydir. O öldükten sonra kalanlar, sadece kendi yaralarını saracaktır.

Geriye kalanlarsa
Eski sıcaklığında anımsamanın
Ses çıkarmadan, göstermeden
Gizliyorlar yaralarını

Plath, aşkı hayatın bir parçası olarak görür. O'na göre sevgili, bireyin kendi yarattığı bir şeydir. Ölmeden önce yazdığı bir şiirde, sevgiliye karşı kiniyle, bu bağlamda gerçekleştirmek istediğin intihar eylemini şöyle satırlara döker.

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar geldiğinde gökyüzünü süsler hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Plath, ölmek bir sanattır der ve Marmara bu sözlerden ciddi biçimde ilham almıştır. İntihar etmeden kaleme aldığı son eseri olduğu tahmin edilen şiirinde Marmara,

“Yüreğinizin üzerinde bir küçük kese: ölünün ve
Ölümün gözünden çalınmış bir damla yaş” diyerek, ustası olarak nitelendirilebilecek Plath'dan aldığını, daha da ustalaştırarak dile getirmektedir.

Sonuç olarak, etki-etkileşim-analoji bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda gördüğümüz mükemmel denge onları iki özgün “şair” yapar. Bununla birlikte sürekli aynı konulardan bahsetmelerine rağmen, sürekli farklı perspektiflerden bakabilmemizi sağlamışlardır.

Aynı zamanda Plath ve Marmara özelinde bakıldığında sonuç olarak gelişmiş ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların açmazlarının benzer olduğu görülür. Sistemin daima ikincili olmaya itilen kadın, her türlü sosyal, siyasal, bireysel sıkıntıların birincil hedefi olmaktadır.

Bu sebeptendir ki dünyadaki intihar oranlarına bakıldığında bu edimden en çok kadınların mustarip olduğu görülür.

Hazırlayanlar : Alter Ego & Catharsis