Cuma, Ekim 03, 2008

Bana Gülümsese

Fotoğraf mı çekiyorum yoksa çile mi bilmiyorum. Deklanşöre her basışım hafıza kartına bir fotoğraf yollarken her nefes alışım ruhumu battığı çamur içinde daha da derinlere gömüyor. Dayanılmaz olmaya başladı.

Başlangıçta acımı dindirmek için yuvarladığım her kadeh ruhumu rahatlatırken bedenimi yıpratıyordu, şimdi hamamböceği gibi hissediyorum kendimi, zehire bile bağışıklık kazandım.

Başım dönüyor, saat sabahın 11'i. Yirmi dört saatten fazladır karımla konuşmadım. Çaresizlik kanın suda yayılması gibi kapladı çevremi.

Saatlerin arasından geçip dakikalara, dakikaların arasından geçip saniyelere, saniyelerin arasından geçip saliselere saplanıp kaldım. Hiç bir çark-yay mekanizması durup kalmış biyolojik saatimi ilerletemez, Ondan başka... O...
O karım, gün batımı kadar kızıl, asla gidemeyeceğimi düşündüğüm Tayland sahilleri kadar uzakta. "İyi ki" diyorum bazen kendi kendime, "tanrı diye birşey yok." yoksa aşık olurdu ona, işte o, o kadar güzel.

Son cümlelerim sanırım anlattı her şeyi, ızdırabımı, motivasyonumu ve mevcudiyetimi

Psikopat bir ruhun hükmettiği, iç duvarları sızlamaktan dağlanmış bedenimin ortasında oturuyorum. Buradan bakıldığında dünya armut gibi gözüküyor.

Gözlerimi kapatsam, vantilatör kesse dönmeyi, ışık geçirmese hiç hava, tüm kokular yavaş yavaş ölse, donsa düşünceler, bulutlar pul pul dökülse yer yüzüne, balıklar boğulsa, ağaçlar devrilse, kuşlar çakılsa, ben de yıkılıversem öylece, cansız, pıt diye.

Sonra açsam gözlerimi, o karşımda olsa, bana gülümsese...

Pamukkale Ekspresi

Saat 01:34

Kütahya'ya henüz ulaştık. Yol bitmek bilmiyor. Uyuyamıyorum da. Yazmaktan başka çare yok diyorum kendi kendime ama yazamadığımı fark etmem de uzun sürmüyor. Lanet olsun!.

İstasyonda duruyoruz. Dördüncü biramın henüz başındayım, bilgisayarın şarjı bitti. Ray Restorant'ın masası üzerinde ücretsiz ibaresiyle dağıtılan Ray Gurme dergisi bulunuyor. Şöyle bir göz attım. Yok, zevkime göre birşey değil.

Saat 02:00

Hala Kütahya istasyonundayız. Sebebini bilmeden bekliyoruz öylece. İstasyonun birinci peronunun tabanı 956 adet karoyla kaplanmış. Biliyorum, tek tek saydım. Denizliye kadar uzanan yolumuz üzerinde, devletin ve hatta insanların bile unuttuğu onlarca istasyondan geçeceğiz daha. En sevdiklerim transit geçilenler.

Tekrar dönüyor sonunda demir tekerlekler. Yarı pişmiş patates tava eşlik ediyor şimdi birama. Pahalı biraz evet ama birşeyler yemem gerekiyor.

Restorant'da kimse yok ya da olanları adamdan saymıyorum... Bilmiyorum. Garson adamdan saymadığım müşterilerden birine askerlik anılarını anlatıyor. Kulak misafiri olmak istemiyorum ama demir tekerleklerin raylar üzerinde çıkardığı tıkırtılardan başka tek ses garsonun o uğultulu kulak tırmalayan altosu. Mecburi yön...

Arka masama iki kız oturuyor, yansımaları yan camımda. Biri çay söylüyor, diğeri kahve, ilgisizim.

Geceleri tren yolculuğu bir garip oluyor. Sanki bir araç değil bu, sallanan bir koridor. Işınanmaya yarıyor. fakat ışınlanmak henüz çok vakit alıyor.

Yüzde üç yüz kar marjıyla satılan efes biranın tadında hiç bir fark yok, ama paketimde kalan son 4 tek sigara inanılmaz tatlı gidiyor.

Üzülüyorum yavrum. Sanki bazen hayatımı nargilenin zıvanasına koymuş içiyorum gibi geliyor ve lanet şey çok çabuk bitiyor.

İzbe bir istasyondayız işte. Durakladık yine. Bu duraklama sağımdan soluma doğru yağan yağmuru fark etmemi sağladı. Sağ cam sırılsıklam, sol kristal berraklığında.

Kalp = Sol
Ruh = Sağ
Hadi bakalım...

Hayat telaşı zormuş be. İskelenin üzerinde henüz iğneden çıkarılmış balık gibiyim. Vıcık vıcığım, kayganım ama yakalanmışım. Zıplayıp duruyorum kurtulacağım diye.

Yeni insanlar geldi restoranta. Ön masama oturdular. 27 bilemedin 28 yaşlar. Bir adam ve bir de kadın. Adam salak mı ne, "ne önerirsiniz" diye sordu garsona, "alkolsüz!..." e yuh...

Uyumalıyım, dayanamıyorum artık.

Sabah.

Trenin ani freniyle rahatsız koltuğumdaki bedenimde buldum kendimi.

Saat 09:00

Camdan görebildiğim istasyondaki tabelada DAZKIRI yazıyor. Çağrışımsız.

Ray Restorant'a doğru ilerliyorum. Gece olduğundan daha farklı. 4 masada toplam 16 yaşlı kadın oturuyor. Hep bir ağızdan adını hatırlıyamadığım marşlar söylüyorlar. İlginç... Öğretmenler galiba. 10. yıl marşını söylemeye çalıştılar, olmadı... Hiç birşey olmamış gibi dedikoduya devam ettiler. Biri ortaya bir sav atıyor, sonra gürültü perde perde yükselerek tizleşip katlanılmaz bir hal alıyor. Yok sağdaki göl tuzlumuymuş, tatlımıymış...O göl gazlı... Adı da gazlı göl... Ama hiç biri bilmiyor...

Dünya Dönse

Koca bir yağmur bulutunun altında bulsam kendimi. Solumda deniz, sağımda sen olsan mesela. Şimşek çaksa, buharlaştırsa bir tutam suyu. Bir öbek tuz batsa derinlere yavaşça, buhar da yükselse semaya. Tuz çarpsa midyeye, midye kapatsa kabuğunu, arasından fışkırsa basınçlı su, titretse yosunları. Bir balık irkilse, çıksa yosunların arasından. Daha büyük bir balık görse onu, saldırsa yemek için. Küçük balık kaçsa, saklansa kocaman bir yengecin arkasına. Yengeç savursa kıskacını büyük balığa doğru, büyük balık geri çekilse. Yengeç sarılsa küçük balığa. Midye açsa kabuğunu tekrar, parlasa içinde ufacık bir inci. Balık sıyrılsa yengeçten, alsa inciyi, götürse, verse yengece. Yengeç çok sevinse mesela, gözlerini alamsa inciden. Bu arada büyük balık kapsa küçük balığı, kan revan içinde indirse mideye. Bir hava kabarcığı çıksa katil balığın ağzından, yükselse yüzeye doğru. Denize oturmuş bir martının yanında pırtlasa kabarcık. Martı korksa, havalansa aniden, çırpsa kanatlarını gökyüzüne. İnse sahildeki iskeleye, görse oradaki balıkçının kovasını, sinsice yaklaşsa, tırtıklamaya çalışsa adamın akşam yemeğini. Balıkçı fark etse mesela kuşu, fırlatsa elindeki bira şişesini hayvana doğru. Martı kaçsa, rüzgar da biraz soldan esse mesela, bira şişesi iskeleye demirlemiş bir balıkçı teknesinin kaptanına gelse. Kaptan da manyak olsa hani, çıkarsa altıpatlarını, doğrultsa balıkçıya, çekse tetiği üç defa. Balıkçı vurulsa kafasından, ölüverse oracıkta. Kanı damlasa iskeleden, orası da Cape Town olsa mesela, köpekbalıkları olsa vıngır vıngır. Alsalar kanın kokusunu, gelseler iskeleye doğru. İskelenin tahta bacağına çarpsa biri, sinirlenip koca bir ısırık alsa dayanaktan. Teknesinden inen katil kaptan olsa mesela iskelenin üstünde, çökse iskele, köpek balıkları bir ziyafet çekse adamdan, tükürseler kemiklerini. Biz de bu arada evimize varmış olsak, sarılsak birbirimize, yatsak öylece, sevişsek hafif hafif. Dünya dönse…

9 Gram

İki gramın ezici ağırlığı mumun üzerinde tuttuğum kaşığı aşağı çekiyor. Kaşık kapkara. Tüm günahlarımıza yeminli şahitlik ediyor. Üç kişiyiz. Ahmet uyuyor, Gökçen ve ben salonun ortasında diz çökmüş, ölümün çeşmesinden payımıza düşeni almayı bekliyoruz. Elimde tuttuğum metal kaşık, katıksız zıvanadan çıkmışlığın, cehennemin davetiyesi, elimi yakmaya başlıyor. Kusursuz çözelti kaynıyor. Gökçen estetik operasyonla sildirdiği ve kanaması bir türlü durmayan dövmesinden yakınıyor. Serumun gergin varlığı sol pazımda kendini hissettiriyor.

“Bekle” diyebiliyorum sadece, “halledeceğiz.”

Ilık sıvıyla dolu şırınganın iğnesi hiç de bakir olmayan bedenimde bir delik daha açıyor ve artık niceliğini unuttuğum bilmem kaçıncı orgazmımı tersten yaşıyorum. Sonrası pür bir aydınlık, bembeyazlık içinde kaybolmuş bir kar tanesi ya da engin bir denize düşen bir yağmur damlası… Nesnelerin sınırları kayboluyor. Fonda 9. Senfoni çalıyor. Sonsuz bir ritmin notaya dökülmüş halindeki “sus” oluyorum ve orada takılıp kalıyorum. Mozart dâhil tüm orkestra durup bana bakıyor çünkü ben kusursuzluğu yırtan trompetçiyim. Do majör yerine Re üfleyiveriyorum. Zamanın siniri bozuluyor, aksak adımlarla bir ileri bir geri gidiyor. Çizik bir plak gibi takılıp aynı kelimeyi tekrar edip duruyor;

Kayıp, kayıp, kayıp…

Tuvalette kendime gelir gibi oluyorum. Aksim aynadan bakıyor ve bana soruyor; “Gökçen ne âlemde?” Kız arkadaşım, koca bir yılı birlikte geçirdiğim kadın. Meraklanıyorum, apar topar dönüyorum salona. Gökçen yerde, şırınga hala kolunda. Takriben 7 gram eroin içermesi gereken küçük poşet bomboş. Gökçen’in ağzındaki köpükler acı gerçeği yüzüme vuruyor. Kalp atışlarım her vuruşta pencereleri titretiyor ve karanlık aydınlığa galip geliyor…

İnanılmaz bir suçluluk duygusuyla uyanıyorum. Ahmet yanı başımda. Göz bebekleri göz bebeklerime mıhlanmış.

“Hatırlıyorsun lanet olası!” diyor, “hatırlıyorsun…” sesi çekiç, örs, üzengi düzeneğimde yankılanıyor.

Hatırlıyorum… Gökçen’i gözümde yaşlarla ağabeyimin Kongo’suna taşıdığımı, arabayı çılgınca kullanıp hastaneye ulaştığımı, hayatımın manası olan kadını, daha doğrusu ondan geriye kalanı acil giriş kapısındaki boş sedyeye yatırışımı, açık kalmış göz kapaklarını lanet olası parmaklarımla kapayışımı ve çaresizce oradan kaçışımı hatırlıyorum…

Onun altın vuruşu, benim altın kaçışım…

Sonuçta teslim oluyorum işte, suçum başkasına uyuşturucu temin etmek ve ölümüne sebebiyet vermek olarak geçiyor kayıtlara.

Öğle Uykusu

Pazarlık usulü çalışan küçük dükkânların birinden gelen titrek bir do majör aksak ritmin arasından yolunu bulup gökyüzüne tırmanıyor. Palmiyelerin gölgelediği küçük çimenlikte oturmuş, yirmi dereceye ayarlanmış klimaların büzüştürdüğü tatilcilerle dolu otel lobisini süzüyorum. Belli bir amacım yok, sadece ahmak görünen ve muhtemelen cepleri Elizabeth portresiyle süslenmiş İngiliz parasıyla dolu müşterileri seçmeye çalışıyorum.

Hepsi bir hafta önce turla gelip otele yerleşmiş eski müşteriler. Çoktan sağılmış inekler ya da düşmanlığı kazanılmış İspanyol boğaları… Onlardan daha fazla kazanamayacağımı biliyorum. Çıplak bacaklarımı gıdıklayan çimenlere boylu boyunca uzanıyorum. Öğle güneşinin yakıcılığını maskeleyen palmiyeler, hafif bir esintinin saçsız kafamı okşamasına izin veriyor.

Günde üç öğün tako yiyen, koca şapkası altında ezilmiş, güneşin mayıştırdığı Meksikalı bir panço gibi kendimden geçiyorum.

Kendinden geçmişlik bazen kendine gelmişlik ile aynı manaya erişiyor. Saatler boyu çalışıp dinlence ve eğlence için ayrılan saatler sadece eğlence ile doldurulduğunda anlaşılabilecek bir durum bu. İnsan günde 15 saat çalışıp 6 saat eğlenip geriye kalan 3 saat de uyuyarak yaşayabiliyor. En azından benim bir aydır yaptığım şey bu.

Ben…

Bir ayda toplam 26000 kare fotoğraf çeken adam…

Milisaniyelerinizi çalıp onları size geri satabilecek kadar uyanık olan kişi…

26000 milisaniye, 262 saniye ya da 4 dakika… Hangi açıdan değerlendirirseniz değerlendirin… Zaman düzleminin küçük gibi görünen bir kısmını insanlardan çaldım bile.

Tabi her şey karşılıklı. Zaman ile çift taraflı yaptığımız bir antlaşma bu. O benden sevgilimi aldı, annemi, babamı, kardeşlerimi ve biri hariç tüm dostlarımı. Karşılığında bana bu yetiyi verdi. Adil mi?

Düşüncelerin burgacında çırpınan kısa siestam güneşin yön değiştirmesiyle kavruldu. Kan ter içinde uyandım.

Eh, ne diyebilirim… Hayat durdu, ama sezon devam ediyor…