Perşembe, Ağustos 31, 2006

Uyuyorsun

Saten nevresim takımları içine gömülmüş çıplak bedenin. Yüzünü görüyorum. Pürüzsüz teninle kaplı boynun ellerimin arasında. Şah damarın mors alfabesiyle şehvet sözcükleri fısıldıyor avucuma. Uyuyorsun. Saçların yayılmış krem rengi yastığın üzerine. Ağzında yavrusunu taşıyan timsah dikkatiyle yapıyorum her hareketimi. Elimi kaldırmadan boynundan kulağına doğru sürüklüyorum. Parmaklarımın kulağına temasıyla irkiliyorsun. Uyuyorsun. Parmağım tüm kulağını okşuyor kendi rızasıyla. Yüzünde ancak güneş doğarken görülebilecek bir çiğ tanesinin saflığını taşıyan bir gülümseme belirip kayboluyor.

Kaskatı kesiliyor ellerim, parmakların hareketsizleşiyor. Nefesin okşuyor boynumu, yastığın üzerinden kaldırıp omzuma koyduğun başın hareketsizleşirken elin göğsümün üzerinden vücuduma mutluluk pompalıyor…

Tüm hayatımı değiştirdin. Ruhumu, kalbimi benden aldın ve sonra uykuya daldın.

Uyuyorsun ve ben hala elini tutuyorum.

Kendi kendine uyanmanı beklerken uykuya dalmaktan korkuyorum…

Hissetmiyor musun, sabah oldu!

Hissetmiyor musun?

Hissetmiyor…

Boynun tekrar ellerimin arasında ve sen o kadar sessizsin ki!

Boynun hala ellerimde, gözlerin tavana dikilmiş…

Boynun ellerimde, ısırdığın dilin mor bir halı gibi sarkıyor ağzından…

Boynun ellerimde… Şah damarın…

Şah damarın???

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Sanırım Patlamak Üzereyim

Kabuğum çatırdıyor...

İç basıncım dış basınçla dengelenemiyor, midemde başlayan hareketlenme ruhumun çekirdeğinin yer aldığı göğüs kafesimde büyük ve dindirilemez bir basınçla kendini hissettiriyor.

PAT-LA-MA-LI-YIM

Hayır, kabuğuma kıyamıyorum... O kendi kendine soyuluyor ama ben ona kıyamıyorum...

Patlasam, bu eski yaşlı derimin altından pembe tazecik bir insan çıkacak biliyorum ama olmuyor işte, patlayamıyorum...

Sürekli genişliyor çeperim, şimdi koca bir oda kadar bedenim ama ben, benliğim bir dikiş iğnesinin gözüne sıkışıp kalmış, mikroskobiklikle mikroskobik olmama arasında bir boyutla, hükmetmeye çalışıyor koca odamsı varlığa.

Şimdi bir kasaba oldum mesela, birazdan şehir olurum belki... Halbuki babam "Senden ne köy olur, ne de kasaba" derdi bana...

Ama genişlemek istemiyorum, tüm gücü, tüm torku bir anda salmalıyım atmosfere. Çok basit bir efekt duyulsun mesela; PAT...

Saçmalığını bile bile hayatın suyuyla yıkanmak neden oluyor buna...

Örnek önerme: Biber yemeyi tercih ederim, pastadan hemen önce...

Dolmuşa bindiğimde ineceğim yere kendim karar vermeyi çok severim, mesela hiç "Müsait bir yerde inecek var!" demem şöföre. İşte bence hayat ve sağlık da böyle olmalı... İnsan hangi güçle ve ne zaman patlayacağına kendisi karar vermeli.

Bir balon gibi büyüyen bedenime doğrultulmuş iğne uçları! Savulun! bilinçle geliyorum size doğru ve emin olun, patlamam hepinizi koparacak yerinizden...

...
Sanırım patlamak üzereyim...
...

Ritmik Düzensizlik

Rüzgarın şişirdiği perdenin içinde tüm dış etkenlerden izole olmuş hissediyorum kendimi. Aslında düzenli ritmleri, senkronize yüzücüleri, birbirinden sadece 2 metre uzaklıkta uçan gösteri uçaklarını, yuvarlak bir masanın etrafına tam simetrik olarak yerleştirilmiş sandalyeleri, kusursuz biçimde açılmış ancak içinden hiç sigara alınmamış paketleri ve gökyüzünde "V" şeklini oluşturup göç eden yabanıl ördekleri çok severim.

Tüm bu önermelerin zıttı, perdenin rüzgarla el ele tutuşup ettiği danstaki raslantısal oransızlık bana sekizinci kattan düşen bir kovanın içinden asfalta gelişigüzel yayılan boyayı, intiharı kafasına koymuş, iskelenin kenarına dikilmiş bir adamın elinde duran, bacağına sıkı sıkıya bağlı koca kayanın suya düştüğünde gökyüzüne göndereceği eşsiz yüzlerce damla su saçıntısının düzensizliğini, bir rus ruleti düellosundaki cesaret problemleri yaşayan katılımcının altına kaçırdığı idrarın sağ paçayı mı yoksa sol paçayı mı yön olarak seçeceği konusundaki tahmin edilemezliği anımsattı...

Dış etkenlerden izole olmak çoğu bireye güven duygusunu çağrıştırabilir. Ama benim fikrim bana bunun zıttını söyletmiştir hep.

Kendi kendimize doğrulttuğumuz tahrip gücü yüksek silahlarla Bangok'un insan tarlası pazarlarında yürüyoruz. Her gün birileriyle temasta bulunuyoruz ister istemez ve ne zaman ki bu temas kendimize çevirdiğimiz bir silahı tetikliyor, o zaman muhattabı suçluyoruz.

Hayat düzleminde yapılabilecek en iyi şey tamamen simetrik olarak inşaa edilip döşenmiş bir evde çift bir sayıya tekabul eden nicelikte insanla komünel hayat yaşayıp o insanlardan birinin kendimize doğrulttuğumuz silahlardan en ölümcülünü tetikleyen tesadüfi hamleyi yapmasını beklemek ve bu nihayi eylem gerçekleştiğinde de tüm hayata sırtımızı dönüp Tibet'te bej renkli bir tapınakta çömez rahip olarak kendimizi kabul ettirmek üzere yollara düşmek olacaktır.

Eminim ki hayatın raslantısal kurgusunda yolculuk ederken ortaya attığım bu absürd önermelerin dışında toz pembe ötesi hayat sürenlerin de sayısı azımsanamayacak boyutlardadır. Ama ben diye bir arkadaşımvar, içimde yaşar, hep der ki; "Geometriden uzak yamuk yumuk bir mercek olan hayatın, eğer varsa, odak noktasındaki birey insanın kendisidir." Onun ağzından belirtmeliyim ki diğer hayatlar diğer dünyalara mal olmuş olgulardır. Benim dünyam onları içermez...

Perdenin uzun kolları hala ensemi okşuyor ve ben Tibet'teki bej duvarlı mağbetleri hayal ediyorum...

Salı, Ağustos 08, 2006

Paranoya Günlüğüm 9 - Kaçış


Başım büyük dertte...

Sarhoştum, fotoğraf makinası elimdeydi...

Otelin genel müdürü, iki gecede bir otelde kalan dört Rus hatunu jipine atar, alemden aleme koşar bir adam. Ağzından küfür eksik olmaz bir kişi. Ne zaman kural dışı birşey yapsam beni izleyen bir çift göz. Anlaşmamın imkansız olduğu bir Mehmet. Vesaire, vesaire...

Dedim ya, sarhoştum. Lanet olası fotoğraf makinası da elimdeydi...

Akşam çekimlerini yapmak için sallana sallana koridorda yürüyordum. Genel müdür, üzerinde altın yıldızlı harflerle "Muhasebe" yazan kapıdan avını bekleyen bir timsah gibi önüme atladı. Sağ tarafından geçmeye çalıştım ama imkansızdı. Adamın çeperi tüm koridoru kapatıyordu. Durdu, gözlerimin içine baktı. Küçük bir nefes kaçtı ağzımdan, leş gibi alkol kokuyordum. Kan kokusu almış köpekbalığı gibi bir anda hiddetlendi. Ne söylediğini hatırlamıyorum, ancak omzumdan ittirmek suretiyle dünyayla ilişkimi hayati önem taşıyan bir kaç dakikalık süreiçin kesen şalteri indirdi...

Gözlerimde, tenimin altında, yumruklarımda ve tekme atmak için kullandığı bacaklarımda şiddetli ağrılar duyuyordum.

Sonunda, ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kendimi otelin dışında buldum. Üç bin Euro'luk makinanın sadece kemeri kalmıştı elimde. Arkama baktım, bana doğru koşmakta olan üç güvenlik görevlisiyle aramızda duran kırık Tamron Teleobjektif dikkatimi çekti ama artık koşmak dışında herhangi bir eylem için çok geçti...

İçgüdülerimi dinledim ve yakınlardaki mezarlığa dalarak tüm salgı bezlerimin seferberlik ilan edip hep birlikte salgıladıkları adrenalin seviyesi normale dönene kadar arkama bakmadan koştum. İzimi kaybettirmeyi başarmıştım. İşi garantiye almak için biraz daha koştum, sonra biraz daha, derken hem yarı sarhoşluğun hem de yorgunluğun bedenimdeki tüm sıvıları, kaslarımı yakan laktik asite çevirmesiyle oluğum yere yığılıp kaldım...

Uyandığımda adını kendi güvenliğimi sağlamak için sizlere iletemeyeceğim bir sahildeydim. Kotumun cebindeki cüzdanım ve bileğimde hala sarılı duran fotoğraf makinası askısı artık sahip olduğum şeylerin tümüydü...

Tekrar iş bulana kadar, ki bu en geç üç gün içinde olmalı, bir önceki otelimden mümkün olduğunca uzaklaşmalıydım. Beni başka bir şehre taşıyan terminale geldiğimde kendi kendime "fotoğraf makinasını umarım adamın yüzüne vurmamışımdır." deyip duruyordum.

Aniden gelişen tüm bu keşmekeşi terminalde otururken, içimde berbat bir hisle yazıya döktüm ve bir şey söyleyeyim mi?

Umarım fotoğraf makinasını adamın yüzüne vurmamışımdır...

--SERİNİN SONU--

Paranoya Günlüğüm 8 - Siesta


Aynı vantilatör hırıltısı, aynı antik araba...

Tek değişikliğin sadece bir kavram olan zaman bünyesinde vuku bulması, yorgunluktan titreyen kaslarının da "biz geçiciyiz" izlenimi vermesiyle hayatı bankada bulunan ve harcamaman gerektiği için çatır çatır harcadığın paraya benzetmene sebep oluyor.

Üzerinde "Sigara İçmek Öldürür" yazan paketten bir kanser çubuğu daha alıyorsun, içini ferahlatan bir sesle açılan biranın yanında yediğin ekstra yağlı fıstıkla oluşturdukları lezzet senkronizasyonu dilinin üzerinde dans ediyor. Sürgülü kapının açıkken oluşturduğu boşluktan istifade eden güneş sol ayağının tam üstüne düşüyor. Biliyorsun, cilt kanseri olabilirsin...

Bir kafa uzanıyor aralık kapıdan;
"Hey" diyor, "Mr. Papparazzi! What about a ride?"

Ağzından aktı akacak salya dudağına tutunurken kaldırıyorsun kafanı, beynin rolantide, takıyorsun vitese.
"Oh" diyorsun, "Chris! I couldnt recognise you for a time!" gülümsüyor.

Onun hakkında bildiklerin yakınlardaki bir su sporları kulübünde rüzgar sörfü hocalığı yaptığı ve gelip geçici fiziksel detayları.
"C'moooon!" diyor ingiliz aksanının tüm meziyetlerini kullanarak.

Kendi kendinin bile anlamadığın ecnebice bir tümceyle geri çeviriyorsun teklifi, dışarısı gölgede kırk derece...

Veda edip uzaklaşıyor Chris honda marka scooterıyla. O giderken aklına bir deyim geliyor; "Kendi yağında kavrulmak" Korkmaya başlıyorsun kendi terinde boğulmaktan...

Rüyalar alemine doğru çıktığın seferde tependeki vantilatörün hırıltısı, etraftaki böceklerin çığlıkları, tek tük yakınlardan geçen arabaların gürültüleriyle birlikte eşlik ediyor sana. Ve sen artık on kişilik bir koğuşta değil, yetmiş sekiz model bir Vokswagen'de yaşamaya başlıyorsun.

O koğuşta her gece saat üç olunca içinden gelen bir anda kalkıp William Wallace modeli "Freeeeedooooom!" narası atma arzusu artık yok oluyor.

Sonra?

Sonrası sıcak ve çemen kokulu bir öğle uykusu...

Paranoya Günlüğüm 7 - Varlık


Hırıltılı bir vantilatörün kendini bile soğutmaktan aciz rüzgarı çıplak vücuduma vururken, arabayı yanına çektiğim mezarlık duvarına bakarak gelip giden, geçici hafızalarına "Paparazzi Harun"u kaydedip zamanı gelince silecek olan insanları düşünüyorum.

Acaba onların mezarları hangi ülkenin topraklarında olacak, ya da külleri hangi denizin yaldır yaldır esen rüzgarları tarafından taşınacak semada? Daha da önemlisi, benim bu mevcudiyet içerisindeki son günlerim nasıl geçecek, çemberin ağırlık noktasındaki adam nereye gömülecek?

Kendimi fotoğraf makinasının ezici ağırlığından kurtarır kurtarmaz dehlizlerinde boğulduğum varoluşçu gerçekçilik eskisi kadar yakmıyor canımı. Eskiden günün yüzde doksanını kapsayan boş vakit şimdi günün sadece yüzde bir ila ikisini kapsadığından yaratılan sorunların niceliğinde de bir düşme oluşuyor kuşkusuz.

Ne bileyim, artık fotoğraf makinasına kızıyorum tutukluk yaptığında. Ya da ben makinayla çekim yaparken tam önümde havuza atlayıp üstümü başımı ıslatan veletlere... Daha sağlıklı kuşkusuz.

Fotoğraflar başkalarının anılarıdır. Bu yargıya varmak, benim gibi, hayatın sadece üç saniyeden oluştuğunu düşünen insanlar için hiç de zor değildir. Bir saniye geçmiş, bir saniye şimdiki zaman bir saniye de gelecek için... Ondan öncesi başkalarının hayatları sınırı içerisinde yer alır. Şöyle ki ben geçmişi hatırlamam. Bu özellik zaman zaman surları arkasına saklanılan bir mazeret olur, zaman zaman ise büyük bir utanç kaynağı...

Fotoğraflar, diyordum, başkalarının anılarıdır, sadece başkalarının fotoğraflarını çektiğimden değil. Bugün çok uzun süredir sakladığım bir makara filmi baskıya yolladım. Rock The Nations festivalinde Ilis Sullivan, ben ve diğerlerinin fotoğraf filmlerine sıkıştırılmış ruhlarını içeren makaraydı bu.

Baskı geldi...

Sonrası hayal kırıklığı... Fotoğraflardaki kişiler biz değildik. Benim yüzüme sahip, yağlı uzun saçlı, kapkara giyinmiş bir genç, yanındaki Ilis'in yüzüne sahip, kıvır kıvır uzun saçlı tipin koluna girmiş el sallıyordu bir fotoğrafta. Diğer bir pozda Cihangir muhiti seçilmişti fon olarak, başka birinde Tünel...

Ne düşünüyorum biliyor musunuz?

O yuvarlak çerçeveli Janis Joplin modeli güneş gözlüğünün arkasından bakan pislik içindeki kopyam ne düşünüyordu acaba kapalı çarşıda poz verirken?

Binlerce liralık makinanın ağırlığı beni çağırdığından aklımın absürd saçıntılarına son veriyorum şimdilik.

Zaman önümde havuza atlayıp beni ıslatanlara kızma zamanıdır...

Paranoya Günlüğüm 6 - İnsanlar

Hakan Günday turizmin tanımını en iyi yapan yazarlardan. Demiş ki, "Turizm,ekmek bulamayanların yediği pastadır." Tabii ki çalışan gözünden yapılan bir değerlendirme bu. Hem maddi hem de manevi anlamlar içerir.

Kış sezonunda ayakkabı boyacılığı yapan on yedilik bir çocuk, otelimizde dokuzyüz YTL maaş+sigortayla çalışıyor. Ya da Muğla'da izbe bir benzin istasyonunda pompacılık yapan ama turizmin nimetlerinin farkına varıp pılını pırtısını yanına alan, atlayıp bir otobüse buraya çalışmaya gelen, prim usülü çalışıp milyarlar kazanan insanlar var.

Bu durumda kalite ve iş gücü arasında ortaya çıkan ters orantı rahatsız edici. İş gücü yükseldikçe kalite düşüyor. Sonra yakınıyor otel sahipleri. "Bu yıl neden İngiliz gelmiyor da İsrailli akını var?"

Kalkıp koca bir otel inşa ediyorsun,beş altın yıldızlı bayrağı çekiyorsun göndere.Sonra otelin İsrailli akınına uğruyor, mülteci kampı gibi oluyor lobin. Aklından çıkaramadığın bir gerçek var, İsrailliler cimri.

Hiçbir ulusun hiçbir insanına garezim yok, ama şu bir gerçek; Turizmde bir Türk, on İsrailliye bedel.

Konumuz insanlar. Bugüne kadar aldığım geri dönüşlere göre müşterileri hep kötüledim. Biliyorum... Ama gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var, pozitif durumlar çabuk unutulur. Ancak can sıkan ve can yakan olaylar deneyime dönüşür. Yaşananlar hanemize artıl puan olarak gireriz onları.

Bu kez farklı bir anlatımla döküyorum içimi. Size Dorian'dan bahsetmek istiyorum.



DORIAN

Her sabah 9:40'da lobide aksak bir koşuş ritmi duyarım.
Rıpa taka rıpa taka rıp rıp rıpa...
Bu ritmi coşkulu ve alabildiğince şirin bir çocuk çığlığı izler; "Comment ça va?"*
"Ça va bien,et toi?"** diye atlarım tezgahın önüne.
Cuup, Dorian kucağımda. Beni öpücüğe boğar, ama en çok anlımdan öpmeyi sever bu çılgın velet. Sürekli konuşur, arada yakalarım ne dediğini. Anlamadıysam bozuntuya vermem. "Oui!"*** diye anlamış gibi yapıp,onu mutlu etmeye çalışırım...

Daha sadece yedi yaşında, Belçikalı ve bir deli kadar mutlu. Gerçekten dünya üzerinde gördüğüm en tatlı insan yavrusu.

Geçen gece, yine her gece olduğu gibi, kimseyi eğlendirmeyen animasyon şovundan sonra otelin önünde oturmuş yorgunluk sigarası içiyordum. Yine aynı ritmi duydum.
Rıpa taka rıpa taka rıp rıp rıpa...
"Bonne nuit!"****
Cıvıl cıvıl eşek yine bulmuştu beni. Sevdiği stilde bir öpüşme merasiminden sonra elimi tuttu. Başparmağımı gösterdi.
"Bu ne işe yarıyor biliyor musun?" dedi.
"Bebekler için," dedim. "Bebekler onu emer."
İşaret parmağımı gösterdi.
"Peki ya bu?"
"Hmm, burun karıştırmak için!" dedim. Güldü.
Orta parmağımı gösterdi
"Bunu biliyorum" dedi gülerek.
Yüzük parmağımı gösterdi,
"Bu?" diye sordu;
"Karım için." dedim, "evlenince yüzük takacağım..."
Seçeyi sordu son olarak,
"Kulak!" dedim,
"Nasıl?" dedi,
"Kulak işte, karıştırmak için!"
Yüzünden çok eğlendiği anlaşılıyordu...

Ertesi gün havuz başında objektifime takıldı, yanına kendi yaşlarında bir çocuğu oturtmuş parmaklarını göstererek birşeyler anlatıyordu. Yanındaki çocuk ağzı açık onu dinlerken fotoğraflarını çektim, baskıya yolladım duvarıma asmak için.

Bugün sabah 9:40'da kulaklarım aynı ritmi aradı yine. Ama lobideki koşuşturmaca tanıdığım ritmin yanından bile geçmiyordu. Bir kez daha gerçek acı acı gülümsedi yüzüme...

İnsanlar gelip geçiyordu, ben aktarma yapılan bir terminalde simit satan seyyar satıcıydım.

Gitmiyordum, gelmiyordum.

Merkezi belli bir çemberin ağırlık noktasındaydım sadece.

Dorian gitti. Bileklik ve unutulacağından emin olduğum birkaç anı bıraktı sadece.

---
* = Nasılsın?
** = İyiyim, sen nasılsın?
*** = Evet.
**** = İyi geceler!

Paranoya Günlüğüm 5 - Cehennem

Ölü bir sineğin kuruluğunu almış cayır cayır günler yaşıyorum burada. Gündüzleri havuz başında ayak üstü çekilen yüzlerce kareyi geceleri sahnede çekilen yüzlercesi takip ederken her karede kendimden bir parça bastırdığıma inanıyorum fotoğraflara.

Sahte poz gülümsemeleri, selamlaşılan ama tanınmayan binlerce ecnebi insan. Gerçekten cehennem de böyle olmalı diyor insan.

Paranoya Günlüğüm 4 - Prensipler

Suyun altındayım.

Karşımda, suyun dibinde, fanatik bir budistin bir hindu ineği görünce alacağı meditasyon pozisyonuna girmiş ingiliz bir kız var. Şişkin yanakları her ne kadar fotojenik olmasa da, içinde barındırdıkları hava itibariyle yaşamsal önem ihtiva ediyorlar. Parmağım yine deklanşörde. Ufacık bir parmak hareketiyle makinanın perdesini saniyenin altıda birine tekabul edebilecek bir zaman dilimi için serbest bırakan mekanizmayı tetikliyorum. Muhattabın, yani modelin, o anki ruhunu normalden beş kat fazla şişkin yanaklarıyla tek karelik fotoğraf filmine hapsediyorum.

PRENSİPLER

Suyun dışındayım.

Dasha... Litvanyalı, sarışın, güzel...

"Have you got time for a walk?" diyor,
"Hay hay!" diyorum.

Aval aval bakıyor yüzüme.

Tekrar "Hay hay!" diyorum "means of course!"

Yüzü gülüyor cıvırın. Sonradan öğreniyorum, on yedi yaşında.
Pat diye tutuyor elimi vıcık vıcık terli sol eliyle.
"Hoop!" diyorum içimden,
Onun aklında sevişmek, benim aklımda ellerinin ne kadar temiz olduğu var. Çekiyorum elimi.
"Ups!" diyorum ortak lisanda "burada elini tutamam."
Sorgulayıcı bir bakış takınıyor hiç birşey söylemeden.
"Üzgünüm prensiplere aykırı." diyorum "çalışanlar ve müşteriler yerlerini bilmeli."
Uydurduğum mazerete ben bile inanıyorum. Anlayışlı ve geri çevrilmekten kaynaklı ezikliğiyle başını eğiyor önüne.
"Keşke," diyorum içimden "elleri soğuk ve kuru olsaydı. Yaşı da yirmi iki, yirmi üç mesela..."
Göz kırpıyorum hatuna. Masum bir öpücük dudak ve yanağın birleştiği noktaya.
"Elveda..."

Örnekte görüldüğü gibi, Türkiye'de turizmin katli, hizmet sektöründe çalışanların azgınlığından değil.
Kılı kırk yarmasaydım, taviz verseydim seçiciliğimden mesela, mutlu dönecekti ülkesine bir manyak daha...
Örnekler çeşitlendirilebilir.

Paranoya Günlüğüm 3 - Prim

Prim; "Ben bu işlerin piriyim" diyebilenlere uygun bir maaş sistemi.
Bir fotoğraf 10 YTL, aldığım prim yüzde on beş.

10 * 0,15 = 1.5 YTL

Bu durumda günde 20 fotoğraf satsam;

20 * 1,5 = 30 YTL günlük kazancım.

Açık restoranda çekim yapıyorum , bugün hiç satış olmadı. Yoruldum, kasaya döndüm. Safa kasa başında Rus olduklarını tahmin ettiğim mülayim görünüşlü bir aileye fotoğraf satmaya çalışıyor. Hiç birşey konuşmuyorlar. Safa fotoğrafları gösteriyor, aile reisi adam "hı, hııı, hııı" diyerek beğendiğini belli ediyor. Sipariş zarfının üzeri dolu. Belli ki sipariş vermişler. Alınan paraya bakıyorum 70 YTL, satılan fotoğraf sayısına bakıyorum 13. 60 YTL indirim yapılmış. Sinirleniyorum...

- Ooo hoo oh! Verdikleri mangıra bak, soktukları zangıra bak! Olmaz ki arkadaş!

Safa gözlerini patlatıyor, dişlerinin arasından bir vızıltı çıkıyor.

- Türkler...
- Evet ya... Türküz! diyor müşteri.

Dünyanın en salak esprisini patlatıyorum;

- Doğru ve çalışkansınızdır da siz şimdi!

Safa toparlamaya çalışıyor

- Şey... diyor, arkadaş güneşte fazla kalmış, malum şapka da yok kafasında.

Müşteri muzip bir hareketle ani bir "nah" gösteriyor, anlıyorum ki bu satış da gitti.

Paranoya Günlüğüm 2

Şu an tuvaletteyim.

Beş yıldızlı otellerin V.I.P. müşterilerinin götüne yakışan bal dök yala stili temizlenmiş bir tuvalet bu.
Huzurlu...

FOTOĞRAF CESETTİR

Dün gece Türkiye genelinde olduğunu duyduğum bir elektrik kesintisi yaşandı. O sırada kadraja yahudi bir kızı oturtup deklanşöre basmakla uğraşıyordum.

Kendimi hiç Hitler 'e bu kadar yakın hissetmemiştim.

Sanki elimdeki Nikkon'un D70 serisinden bir makina değil de AWP markasını taşıyan, entegre dürbünüyle, kilometrelerce uzaktan dört boğayı delip geçebilecek ivmede ve işaret parmağım uzunluğunda mermiler atan bir tüfekti.

Tık. Klik. Puuh. DAAN!

Bir kare fotoğraf eşittir bir kurşun.
Günde bin beş yüz, iki bin kare eşittir ortalama bin yedi yüz ceset...

Ceset, ceset, ceset...

Aa! Bir tane daha ceset...

Yahudiler, Almanlar, İngilizler, Türkler, Hollandalılar, Belçikalılar... Ve bu geri zekalılar onları öldürdüğüm için, cesetlerini alırken, bana para ödüyorlar;

-Thank you, thats a nice photo!
-Your welcome, geri zekalı.
-What? What is gerizakali?

Tüm dişlerimi gösteren sıcacık bir gülümseme...

Objektifi kendime çevirip zaman ayarlı moda geçiyorum.

Tık. Klik. Dıt, dıt, dıt, dıııııııııt. Puuh. DAAAAN!

02.07.2006 (Gece)

Son enerjimi ve paramı normalden iki kat pahalı kahverengi şişe efes'imi tüketmek için harcıyorum. Ayaklarım hareketleniyor, onları takip eden bir ruha dönüşüyorum. Gecelerdir yattığım o mahzenden bozma koğuşa götürüyor beni...

On adam... Böyle düşününce basit geliyor.
Terli on adam... Hmm! Olmadı.
Gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... Yoo.
Aynı odada yatan ve gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... Yok yok.
40 derece sıcakta aynı odada yatan ve gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... I ıh... Kelimeler kifayetsiz. Hiç bir cümle durumun vehametini anlatmaya yetmiyor. Odak noktası odadaki taşak kokusu. (Üzgünüm,tabir bu.)

Koku sarmalıyor beni. Sıcak suyun içinde eriyen asprin gibi eriyorum odada.

Ertesi gün, elimde bir buçuk kiloluk fotoğraf makinası, havuz başındayım yine. İlerden bir Rus el sallıyor;

- Priviet, priviet!
- Priviet geri zekalı!
- Garizekoli???

Tam da burada ekran kararıyor ve jenerik müziği giriyor.
Snap - I Got The Power...

Paranoya Günlüğüm 1

24 Haziran 2006 - CUMARTESİ (SABAHA KARŞI)

Bir terminalden çıkıp diğer bir terminale giden otobüste, 39 numaradaki koltuğumun hemen yanından geçip arkamdaki dörtlüye oturan birbirinden yaşlı dört kadının koltuğumun hemen üzerindeki çantalar için ayrılmış kısma koymaya çalıştıkları poşetten kafama, koluma, defterime ve kalemime damlayan sıvı temizlik kaygılarımı tekrar ortaya çıkardı.

Sanırım Şarbon kaptım!!!

KOMPLO TEORİSİ I

Bahsi geçen kadınlar terörist bir grubun mensupları olabilirler. Bu terörist grup şarbon mikrobunu deney tüplerine sıvı formda doldurmuş ve bu kadınları yurdun dört bir yanına yollamış olabilir. Eşyalar taşınırken içinde şarbon mikrobu olan deney tüpleri kırılmış ve muhafazadaki sıvı poşetlere akmış olabilir ve hatta o poşetlerde az önce kafama damlayan sıvının çıktığı poşetlerdir...
--

Oturmakta olduğum koltuk esasında 40 numaralı koltukmuş. Aldığım bilette 39 yazıyordu ama şimdi anladım ki yanımda oturan orta yaşlı, adı muhtemelen Kadir ya da Hasan ya da Şamil olan adam benim oturmam gereken yerde oturuyor.

Zehirlenmiş olabilirim!!!

KOMPLO TEORİSİ II

Yanımda oturan yeşil-beyaz çizgili gömleğini o amcalara has pantolonunun içine gayet düzenli bir şekilde sokmuş olan adam mafya tarafından aranıyor olabilir. Bu mafya belki adamı hiç görmemiştir ve büyük paraların döndüğü bir çek senet sorunu yüzünden öldürülmesi gerekiyordur. Mafya adamın peşindedir ama onu sessiz ve sakin bir şekilde öldürmek için fırsat kollamaktadır. Adamın İsmail AYAZ'dan Marmaris'e gitmek için bilet aldığı ve bu biletin numarasının 40 olduğu güvenilir kaynaklardan öğrenilmiştir. Mafyanın her yerde adamı vardır ve otobüs içindeki muavin 40 numarada oturan adama, çay saati geldiğinde, zehirli çay verme direktifi almıştır ve şu an önümdeki koltuğa tutturulmuş masamsı çıkıntının deliğinde duran plastik çay bardağının içinde ölümcül dozda asbest vardır...
--

Otobüsün koridor ışıkları söndüğünde koltuğumun sol çapraz üstünde yer alan ve üzerinde ıvır zıvır, çoğu işe yaramayan düğmeyle dolu zımbırtıyı kendi tarafıma bakan ışığı yakmak için incelemeye başladım.
Düğmelere tek tek bastım, benim tarafıma bakan ışık yanmıyordu, ancak yanımdaki adamın üzerindeki ışık otobüsün arka tarafını, dolunayın ormana yaptığı gibi, aydınlattı.

Olamaz! Sanırım izleniyorum!!!

KOMPLO TEORİSİ III

Hükümet hepimizi izliyor! Artık özel hayat diye birşey kalmadı. Bilgisayarımızda yaptıklarımızı onlara bildiren kurtçuklar var. Televizyonumuzu saat kaçta açıp hangi programı izlediğimizi biliyorlar. Umumi tuvaletlerin aynaları arkasında burunlarını karıştıran insanların görüntülerini kaydeden kameralar var. Telefonlar dinleniyor ve hatta onlar şu an yazı yazdığımı da biliyorlar çünkü ışık sanarak yakmaya çalıştığım şey bir kamera...

24 Haziran 2006 - CUMARTESİ (SABAH)

Sonra uykuya dalmışım...

Farklı bi şehre uyandım. Uzaklardan gelen azot kokusu beni kendine doğru çekiyordu. Farkında olmadan üstüme giydiğim sıcak Haziran havasının rehavetiyle bir bilinmeze doğru yürümeye başladım...

Not : Sabahın 10:00'unda hissedilen sıcaklığı 35 derece olan bir şehirdeyseniz kendinize bir iyilik yapın. Klimalı internet kafeleri seçin!

***Pouufff***

Buharlaştım...