Cuma, Mart 23, 2007

Zırva Güncesi

"I love you, i love you,
Do you love me?
Yes, i do..."

Standart bir gün yeni başlamıştı. Ucuz bir televizyon şovu, zaten özelliksiz olduğunu düşündüğüm sabahı daha da rezil etmek için elinden geleni yapıyordu. Küfrettim.

Daktilom, çöpte bulup odamın şeref mekanı olan masamın üzerine yerleştirdiğim alet, o eskimiş ama değerini hiç mi hiç kaybetmeyen kokusuyla beni yazmaya çağırıyordu. Fakat kurgu gücünden yoksun hissediyordum kendimi.

"Ne yazsam?" diye kara kara düşünürken telefonum feryat figan içinde, masamın üzerinde tir tir titremeye başladı. Önce bunun histerik bir ilgi çekme mücadelesi olduğunu düşündüm, sonra "acaba sara krizi midir?" diye endişelendim ama sonunda titreyen şeyin sadece bir telefon olduğunu anımsayıp sakinleştim. Bu titreme krizleri onun doğasında vardı, titremeden duramazdı. Fakat bu absürd düşünceler beynimin kıvrımlarını gıdıklarken o kadar fazla vakit harcamıştım ki, arayan kişi bana ulaşma ümidini bir kenara bırakıp telefonu kapatmaya karar vermiş olmalıydı, zira telefon titremeyi bırakıp küçücük bir "oh" çekti. Artık hiç bir canlılık belirtisi göstermiyordu, telefonun ruhuna uyduruk bir fatiha okuyup "amin" dedim, ellerimi yüzüme sürdüm ve o anda burnumun ne kadar da büyük olduğunu düşündüm, çünkü iki elimin arasından dışarıya taşıyordu, üzüldüm, ağlamaklı bir hal aldım. Ama neyse ki umursamazlık damarlarımdaki kanda vardı ve bu hazin düşünceleri hemen unutup keyfime bakmaya başladım. Ne ölenle ölünürdü, ne de olana çare bulunurdu.

Bazen diyorum ki iyi ki kader diye bir zırva uydurulmuştu, yoksa halimiz nice olurdu? Bu "nice" kelimesi yanlış anlaşılmasın, İngilizce "nays" olarak telaffuz edilen nadide kelimeyle alakası yok, cümle içerisinde bu şekilde kullanıldığında "nasıl" kelimesinin yerini tutuyor. Yine cümlesine göre "çok" manasını ihtiva ettiği de rivayet olunur ve hatta adı NİCE olan bir sevgiliye sahip bir arkadaşım da var.

Görüldüğü gibi, okuduğumuzu anlamamızı sağlayan yazılı dilde kelimeler her zaman güvenebileceğimiz işaret bütünleri değildir. Çok anlamlılık denen bu durum yazma, okuma ve hatta anlama düzleminde, zaman zaman kafamızı karıştırır. Haklıdır...

Cuma, Mart 16, 2007

Ufak Notlar

Gece, tülünü yavaşça indirdi. Odadaki nesneler soğruldular. Ortaya çıkan da koca bir karanlık oldu. Bu koca karanlık içinde hücreler canlandılar, bir araya gelerek oluşturdukları ilahi bina bir insana aitti. Bir erkeğe... Erkek dediysem, öyle parfüm reklamlarında ya da body building salonlarında görmeye alıştığınız tiplerden değil hani. Senin gibi, benim gibi.

Canlanan hücrelerinin kaslarına elektriksel şoklar uygulamasıyla bacağı sekiyor. Seken bacak da ister istemez başka bir ilahi binaya çarpıyor. Bu ilahi bina diğeri gibi değil. Daha estetik inşaa edilmiş. Barok döneminin ürkütücü ihtişamını yansıtıyor.

Neyse, konuya dönelim, çarpan bacağın etkisiyle bir kadına ait olan estetik ilahi bina, enerjinin korunumu, enerjiler arası dönüşüm, yer çekimi, etki tepki prensibi gibi bünyesinde barındırdığı bilimum güç ve karşı koyma elementini kendisini hedef alan sekmiş bacağı nişanlayarak serbest bırakıyor.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Dyron uyandı. Yatağının yanında bulduğu bir terliği ayağına geçirmekle uğraşıyordu. Bu sırada ince oda duvarlarından geçen annesinin sesi kulaklarını tırmalıyordu.

- Lacivert bir mantar. Her yerde noktacıklar var. Evet, beyaz. Hayır, hayır Noktacıklar her yerde değil, sadece mantarın üzerinde.

Anlaşılan anne telefonda konuşuyordu.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Kafam güzel... Her zamanki gibi anlatmak isteyip de anlatamadıklarım var cebimde. Hmm, kötü bir benzetme... Olsun, önemli olan samimiyet. Kendi kendime konuşmayı özleyeceğim aklıma gelmezdi. Aylar boyunca kendi kendime konuşmuş ve bunu fark etmiş olmaktan dolayı iğrenç bir öfke duymuştum. Sonra terapiler başladı. Duygusal terapiler, bitkisel terapiler, hem dugusal hem bitkisel terapiler, hayvani terapiler... İtiraf edeyim, bunların hiç birinin işe yarayacağını sanmıyordum. Anlaşılan en azından biri yaramış, farkında bile olmadan kendi kendime konuşma alışkanlığından kurtulmuşum. Ama bu günlerde sanki tekrar başladım kendi kendimle münakaşaya girmeye. Anlayamıyorum, en değer verdiğim varlıkla neden münakaşaya giriyorum.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Bu açıdan baktığımda, dudaklarında sabitlenmiş sol el parmaklarını kıvrık bir pozisyonda görebiliyorum. Sol kolunun oluşturduğu yay, yumuşak açılarla yarı çıplak omzuna bağlanıyor.Omzun duvarla paralel dururken yer çekimine her zamanki gibi maksimum mukavemet gösteren göğüslerinden biri hafif bir şişkinlikle kolunun oluşturduğu yaya bağlanıyor.Tenini saran turkuaz kumaşın altında bir de beyaz fanila gizli. Parmakların hala dudaklarında. Gamzelerin uyanmış, senin de gözlerini açmanı bekliyor. Saçların, paha biçilemez japon orman orkideleri beyaz bir kumaş üzerine nasıl yayılırsa, aynen öyle yayılıyor yastığın üzerine. Sağ kolun da yastığın altında. Yastığının şişkin tarzına bakılırsa kolunla epey eğleniyor gibi. Nesneler bile kapılıyor senden yayılan elektromanyetik çekime. Sol kolunda bulunan saat durmuş uykunu fırsat bilip dinleniyor. Kahverengi gözlerin göz kapakların arkasına saklanmış siesta yapıyor. Gözlerimle görebildiklerim bunlar. Geri kalan tüm ilgi çekici detaylar yeşil, sarı, mavi ve turkuaz renklerinde karelerle kaplı bir battaniyenin altına kalıyor. Biliyorum onları da. Ama bu konuda daha nesnel bir yaklaşım için şu an görüyor olmayı tercih ederdim... Hmm, görmektense dokunmak da olabilirdi aslında. Evet, küçük bir pozisyon değişimi yaşadın yattığın yerde ve sanırım rüya görüyorsun. sol kolunda ve sağ bacağında ani titremeler görebiliyorum. Sol dizin battaniyeyi kaldırabildiğince yukarıya kaldırmış, izafi biçimde rahatsız görünen bir pozisyon oluşturmuş durumda. Biraz burnunu, biraz da yanağını kaşıdın. Ya çok rahatsızsın, ya da rüya görüyor olmalısın. Az önceki pozisyonuna geri döndün. Yalnız Kaşık Pozisyonu bu. Ancak şu anki açın, kalbinin içinde bulunduğu göğüs kafesinin hemen dışında bulunan yumuşak, sıcak ve çekici silahlarınla daha samimi bir şekilde yüzleşmemi sağladı. Boynundan aşağıya inerken çukurlaşıp iki göğsünün arasına uzanan tutku vadisi diğer tüm detayları anlık da olasa görünmez kıldı. Sanatsal bir haz bu. Estetik... Ortada estetik bir suje var, estetik bir bakış açısı ve estetik bir atmosfer...Evet, biraz abartıyor olabilirim. Ama sevgi dediğimiz eflatun tülün altında herşey biraz daha farklı görünüyor.

------------------------------------------------------------------------------------------------

Saat 22:00...Favorite Game dinliyoruz. Daha doğrusu ben dinliyorum, sen bilinçsizce duyuyorsun. Artık uyumak istiyorum. Uyumak zorundayım. Klavyene bayılırsam alnımla hangi harfleri basarım merak etmiyor değilim. Ama tecrübe edemeyecek kadar yatağımı özledim. Kafamda gitmek var ama kafam aynı zamanda bomboş olduğu için arzular ve gerçekler arasında bağlantı kuramıyorum. Seni öpmek istiyorum, biraz da koklamak belki. Terini tekrar terimde hissetmek...Terimle bile hissedebilmiştim seni. Kendinle ilgili ne düşünürsün bilmem ama, seni ilk çıplak gördüğümde kendimi Venüs heykelinin kollu haline bakıyormuş gibi hissettim. Abartmıyorum, bu sefer değil. Kaşının üzerine düşmüş bir tutam saç ellerimi kendilerine dokunmaları için hipnotize ediyor sanki. (: Böyle gidersem "niyeti bozmak" deyimini cümle içinde kullanmakta çok rahat referans alabileceğimiz geçmiş bir tecrübeyi hatırlama şansımız olacak ileride. Evet, seviyorum seni. Deliler gibi de özleyeceğim. Ve sen, benim için çeperinle sınırlı değilsin. Ufacık bir öpücükten sonra, harun dışarıda...

Bir Şehir Nasıl Düşer

Bir şehir nasıl düşer, artık biliyorum.

Tüm nesnelere yapışık renkler, saatte seksen kilometre hızla giden bir tren tarafından vakumlanarak sökülüp alındığında, altlarındaki gri tonlar gözüne batmaya başladığında düşer bir şehir...

Giden birinin ardından bakarken, ciğerlerinin dibinde gürül gürül yanan tüm çalı çırpıya rağmen ağlayamadığında düşer...

Ufuk çizgisinde gözden yiten bir treni donuk gözlerle izlerken, duyduğun son tren ıslığıyla titremeye başlayan içindeki telin akordunun yerinde olduğunu fark etmen ve o telin yumuşak ezgilerinin kendinden başkasını etkileyemeyeceğini anlamanla düşer...

Tren gittikten on dakika sonra peronlar boşaldığında düşer bir şehir, çünkü bilirsin, içindeki bitmek tükenmek bilmez yalnızlığı yansıtır etrafındaki sessizlik.

Çöküp kaldığın bankta soğuk kemiklerini keserken, bir insanı bu kadar fazla sevebildiğin için kendini özel saydığında düşer. Çünkü içinden bir ses sürekli boktan bir sürüngenden başka birşey olmadığını söyler sana...

Bir sonraki tren peronlardan birine yanaştığında düşer bu lanet şehir. Donuk gözlerin çocuksu bir umutla inen yolcuları süzer tek tek, aradığını bulamadığında ve son yolcu da peronları terk ettiğinde düşer şehir.

Telefonunu eline aldığında, rehbere göz atarken sarılıp ağlayabileceğin tek bir insan dahi olmadığını anladığında düşer bir şehir.

Evine doğru yürürken, yol üzerindeki tüm binaların çıtırtılar çıkararak üzerine geldiğini fark ettiğinde ve kendini hiç tanımadığın bir sokakta yön duygusundan yoksun bulduğunda düşer...

Sokağın sonunda çöpleri kurcalayan bir kedi gördüğünde ve o kediye sarılıp ağladığında, hıçkırıklar içinde hikayeni anlattığında düşer bir şehir ve o kedi umursamazca kaçıp gittiğinde...

O da değil de, bir şehir ne zaman düşer biliyor musun? Aynı gece, telefonuna "Aramayı unutmuşum ama şimdi geldim eve. Herşey için teşekkürler" diye bir mesaj geldiğinde...

En nihayetinde, şehirler düşer. Bu nihai edim değildir önemli olan. Gerekçedir... ve insan, gerekçesinin ne kadar geçerli olduğunu düşünürse, o kadar dibe batar şehir. Tabi düşmek, bir şehrin başına gelen son şey değildir. Onu yeniden cennette bir bulutun üzerine koymak yine bir gerekçenin işidir. Herşeye rağmen, bir gerekçesi olduğu için mutlu olanlardanım ben ama bir şehir nasıl düşer, artık biliyorum...

Ten Uyuşmazlığı

Evrende karmakarışık bir yıldız kümesi,
Yıldız kümesinde tenha bir güneş sistemi,
Güneş sisteminde mavi-yeşil bir gezegen,
Gezegende ince bir atmosfer,
Atmosferde puslu bir hava,
Havada yoğun bir nem,
Nemde titrek bir yağmur bulutu,
Bulutta sıvışık bir sis,
Siste karanlık bir şehir,
Şehirde koca bir mahalle,
Mahallede boş bir sokak,
Sokakta kalabalık bir blok,
Blokta yalnız bir bina,
Binada küçücük bir daire,
Dairede sıcacık bir oda,
Odada dolu bir yatak,
Yatakta saten bir gecelik,
Gecelikte hoş bir kadın,
Kadında taze bir beyin,
Beyinde keskin bir akıl,
Akılda farklı bir ben varım.

Bir yaratık uyanıyor,
İç duvarlarımı tırmalıyor.

El kadına uzanıyor,
Dokunuş boynunu gıdıklıyor,
Isı parmaklara yayılıyor,
Parmaklar aşağı kayıyor,
Gecelik bileği engelliyor,
Eller geceliği çekiştiriyor,
Gecelik havada uçuşuyor.

İç çamaşırlı kadın ürperiyor,
Eller sırtta kenetleniyor,
Koku hormonları kırbaçlıyor,
Sutyen kopçası direniyor,
Parmaklar zorluyor,
Sutyen parçalanıyor,
Göğüsler dirice titreşiyor,
Eller zevkle buluşuyor,
Zevk kadının göğsünde patlıyor.

Nefes kontrolden çıkıyor,
Hava ciğerlere doluyor,
Basınç göğüs çeperlerini zorluyor,
Hava odaya boşalıyor.

Hormonlar salgı bezlerini gıdıklıyor,
Adrenalin şişiyor,
Salgı bezleri genişliyor,
Beden, bedene baskı yapıyor,
Salgı bezleri büzüşüyor,
Adrenalin püskürerek kana karışıyor,
Kan tüm hücreleri dolaşıyor,
Hücreler hep birlikte atıyor,
Bedenler tir tir titriyor.

Dudak göğüsle buluşuyor,
Bir inilti soluk borusunu tırmanıyor,
Ses dalgası ağızdan yayılıyor,
Geçirgen hava yol veriyor,
Kulak sesi işitiyor,
Sinirler beyne koşuyor,
Beyin kan pompasını açıyor,
Tansiyon yükseliyor,
Kan süngerimsi dokuyu genleştiriyor.
Göğüsler zonkluyor,
Kadın titriyor,
Dişler kaşınıyor,
Adam inliyor.

Eller bedeni okşuyor,
Bacaklar birbirine sarılıyor,
Dil dudaklarda dolanıyor,
Zevk aceleye çağırıyor.
Kadın kukla oluyor,
Adam ipleri eline alıyor,
Kadın tutkuyla ısırıyor,
Adam zevkle bağırıyor.

Kalça parmakları hissediyor,
Parmaklar ete gömülüyor,
Ten “hazırım” diyor,
Erkeklik geriliyor.
Adam aniden duruyor,
Kadın zevki bekliyor,
Adam ne yapacağını bilemiyor,
Kadın kafasını kaldırıyor,
Adam gözlerini kaçırıyor,
Kadın istiyor,
Adam biliyor,
Kadın anlıyor,
Adam susuyor.

Kadından çıkıyor,
Yataktan çıkıyor,
Odadan çıkıyor,
Daireden çıkıyor,
Binadan çıkıyor,
Bloktan çıkıyor,
Sokaktan çıkıyor,
Mahalleden çıkıyor.

Ten bu, uyuşmayınca olmuyor…

Gözlem I

“Merhaba. Ben Ednah. Beni göremediğinizi, bu yüzden de beni tanımak ve derdimi anlamak için kelimelerime ihtiyaç duyduğunuzu biliyorum. Kelimelerim beyninizin kıvrımlarında yankılandıkça kendimi yalnız hissetmeyeceğim. Birlikteliğimiz, ümit ediyorum ki pençesine düştüğüm bu ömrümün en sıkıntılı aşamasını aşmamda bana yardımcı olacak.”

“Evet, haklısınız; görsellik yok. Neyse ki kelimelerle aram iyidir. Baştan söyleyeyim, bu konuda alçak gönüllü olmaya hiç mi hiç niyetim yok.”


“Taşrada yetişmiş ve iyi kötü yirmili yaşlarını geride bırakmış bir kadın olarak karşınızdayım. Beni görebilseydiniz, omuzlarıma kadar uzanan ipeksi saçlarımı okşamak, pırıl pırıl kahverengi gözlerime doyasıya bakmak, pürüzsüz tenimi teninizde hissetmek isterdiniz. Evet, bundan eminim. Tamam, benzer bir kaderi paylaştığım Persophone gibi bahar havası tarafından takip edilmiyorum ya da Rapunzel ve ya Pamuk Prenses gibi beni kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atan şövalyelere de sahip değilim. Ama bakın, en azından sesimi duyan birileri var. Siz varsınız!”


“Korkmayın. Beni içine düştüğüm sıkıntıdan kurtarmak için yeraltı kralı Hades’le kapışmak ya da volkan nefesli ve kurşungeçirmez derili ejderhalarla savaşmak zorunda değilsiniz. Zaten ejderhalar sizin sandığınız gibi yaratıklar değildir.”

“Şimdi müsaade ederseniz size neden burada olduğunuzu ve sizi buraya nasıl getirdiğimi anlatayım.”


“Bundan yaklaşık bir ay önce bu gri duvarlı zindana kapatıldım. Ah! Özür dilerim. Görsellik söz konusu değil ama ben yine de işaret zamirleri kullanıyorum. Lütfen ama! Anlayış bekliyorum. Gaipten gelmiş salt zihinlere seslenmek konusunda ilk tecrübem sizsiniz.”

“Zindan diyordum. Esasen nasıl bir yer olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum. Buraya getirildiğimde baygındım. Ancak en az bir aydır içinde olduğum odayı tasvir etmekte zorlanacağımı sanmıyorum.”

“Hm! Bir bakalım…”

“Duvarlar kireçtaşından. Araları alçıyla kaplanmış ve birbiri üzerine bir yapbozun parçalarıymışçasına mükemmel şekilde uyan kireçtaşları. Daha sonra deforme olmalarını mümkün olduğunca engellemek için verniğe benzer bir koruyucuyla kaplanmışlar ve bu yüzden de ışık vurduğunda küçük parıltılar saçıyorlar. Kireçtaşının doğasını bilenler bilirler; çok hafiftir, dayanıksızdır. Camdan gördüğüm manzara olmasaydı müstakil bir yapının içinde, ya da bir yeraltı zindanında olduğumu sanabilirdim. Ancak tüm fizik kurallarına aykırı bir şekilde inşa edilmiş bir tutsak kulesindeyim. Beni buraya mahkûm edenler ya hayatıma hiç önem vermiyor ya da bu binayı ayakta tutan şey benim algılarımın ötesinde. Her iki koşulda da, bir mahkûm olduğum göz önünde bulundurulursa, ev sahiplerim benden pek hoşlanmıyor gibi gözüküyor. Arkamda bir ayçöreği gibi kıvrılıp yarım daire çizen duvar, önümde bana paralel hale gelerek etrafımı saran döngüyü tamamlıyor. Gözlerinizde daha iyi canlanması için söylüyorum, duvarların şekli, kuşbakışı olarak canlandırıldığında yaklaşık iki buçuk metre derinlikli bir ‘D’ harfinin dış hatlarını resmediyor.”

“Önemsiz detaylarla aklınızı karıştırmak istemiyorum aslında. Ama yine anlayışlı olmanızı bekliyorum. Bir aydan uzunca bir süredir hiç kimseyle konuşmadım! E bu da bir ihtiyaç!”


“İster inanın, ister inanmayın ama sanrım ev sahibim buradan gitmemi hiç mi hiç istemiyor. Zira içinde bulunduğum odanın bir kapısı dahi yok! Gerçekten çok çaresizim. Dış dünyaya dair tek sahip olduğum etkileşim şansı arkamda yarım daire çizen duvardaki pencere dahi denemeyecek her biri iki karış genişliğindeki yuvarlak delikler. Ancak kulenin bahsini ettiğim büyülü mimarisi bu deliklerde de kendini gösteriyor. Beş adet delik birbirinden eşit uzaklıkta konumlanmış ve bana bir pantolon kemerinin üzerindeki delikleri çağrıştırıyor. Geceleri tam ortadaki delik vasıtasıyla görebildiğim kutup yıldızı hesaba katılırsa ve binanın cephesinin bu deliklerin bulunduğu duvar olduğunu varsayarsak doğudan başlayarak kuzeyden geçip batıya kadar olan tüm yönlere hâkim bir gözlemci kulesinde tutsak olduğumu söyleyebiliriz. Ne şans ama! Kusursuz bir manzara!”

“Dekoratif açıdan mükemmel sadelikte bir ahırda yaşamak zorunda bırakılmak hiç de hoş değil. İşte yatağım; masif kireçtaşından yontulmuş ve baza süsü verilmiş, ikiye bir ölçülerinde bir metrelik bir yükselti. Düz duvara dayalı bir şekilde tam kuzeye bakan deliğin karşısında duruyor. Üzerine konan, artık kokusundan rahatsız olmaya başladığım bir şilte sayesinde en azından ortopedimi koruyorum. Yatağın sağında, yine düz duvara dayalı maroken bir masa ve aynı materyalden bir sandalye. Yatağın diğer tarafında duş almaktan meyve yıkamaya kadar her türlü temizlik işinde kullandığım bir lavabo ve onun hemen yanında da insani ihtiyaçlarımı giderdiğim mermer bir tuvalet…”

“Sanırım içinde bulunduğum ortamı biraz olsun gözünüzde canlandırabildim. Ama eminim böyle izole bir ortamda nasıl olup da yemek yediğimi, su içtiğimi kısacası diğer insani ihtiyaçlarımı nasıl karşıladığımı merak ediyorsunuz. Her şey düşünülmüş! Beni burada tutan her kimse beni beslemek için hiçbir masraftan kaçınmıyor. Birbirinden lezzetli yemekleri ve içecekleri günde iki kez duvara yerleştirilmiş metal bir çekmece sayesinde bana ulaştırıyor. En azından yemekler konusunda bir şikâyetim yok. Sanırım esaretimin diyetini beni çok iyi besleyerek ödemeye çalışıyorlar.”


“Dikkatinizin yavaş yavaş dağıldığını hissediyorum. Ama size henüz işin en büyülü kısmını, sizi buraya nasıl getirdiğimi anlatmadım. Merak ediyorsunuz değil mi? Bu merakı sizi bana yardımcı olmaya zorlamak için kullanabileceğimi umuyorum. Biliyorum, biraz fazla dürüstüm. Ama anlarsınız ya, benim kaldığım pozisyonda kalan bir insan için çok da fazla seçenek yok. Buraya nasıl geldiğinizi öğrenmek için şu an içerisinde olduğunuz trans halini korumak durumundasınız. Ah, kahretsin. Yine şu dürüst çenemi tutamadım! Evet, tamam. İtiraf ediyorum. Bu transtan çıkmak için tek yapmanız gereken başka şeyler düşünmek… Hiçbir sihir, hiçbir zorunluluk sizi burada alıkoyamaz. Zira sihirlerin en büyüğü insan iradesidir. Başka bir şey düşünür, başka bir şeye odaklanırsınız ve ben de bu berbat ahırda duvarlarla konuşmaya devam ederim.”


“Tamam, şöyle bir anlaşma yapalım. Önce beni dinleyin, sonra ben size bu sınırsız dünyada dolaşırken çok işinize yarayacak bir özellik vereyim… Kelimelerle görme yetisi ve zihin okuma kudreti… Evet, ben bu dünyada etten ve kemikten oluşan bir kütleye sahip olduğumdan şu bahsini ettiğim kireçtaşı zindandan çıkamıyorum ama sizin var oluşunuz benimkinden çok farklı. Kütlesizsiniz. Şeffafsınız. İşin özü, sizinle iletişime geçmem de sırf bu yüzden. Dilerseniz size vereceğim bu insanüstü kudretle dünyama göz atabilir, en ön sırada oturarak izlediğiniz bir baleden ya da tiyatro oyunundan ve ya sinema filminden alınana eşdeğer bir estetik hazla sadece size özel düzenlenmiş olduğunu düşünmekte özgür olduğunuz bir yapıtı gözlemlediğinizi hissedebilirsiniz. Çok mu iddialı konuşuyorum? Belki de. Ama bu dünya benim dünyam ve siz de konuğumsunuz.”


“Anlaşma şu, ben size bahsini ettiğim güçleri vereceğim, karşılığında da sizden beni buradan kurtarmanızı ya da en azından neden burada olduğumu öğrenmenizi ve bana iletmenizi bekleyeceğim…”

“Hala sesimin beyninizde olduğuna bakarak, anlıyorum ki anlaşmayı kabul ettiniz. O zaman müsaade edin de sözümü yerine getirmemi sağlayacak olan işlemleri uygulamaya başlayayım…”

NOT: Devam etmeyi planladığım bir öyküydü bu... Ama yarım kaldı... Bakalım, belki bir gün sonunu getirebilirim...