Çarşamba, Kasım 30, 2005

KİŞİLEŞTİRME II (Kuram)

KİŞİLERİ HAYATIN İÇİNE ÇEKMEK (Bölüm II)
Pearl Hogrefe


Önce bakınız : (Bölüm I)

Karakterlerin içine nasıl ruh üfleyeceğinizi, belki de hiç kimse size tam olarak söyleyemez. Bu konuda hiç bir sihirli formül kesinlikle olamaz. Asıl anlamda, edebiyatta bir çok karakter et ve kandan oluşmuş canlı bir şahıs yanılsaması oluşturur insan gözünde. Canlı karakter oluşturma konusunda çizmeye giriştiğiniz kişileri tanımak, sizin için en doğru yaklaşım olacaktır. Bu noktada iki varsayım vardır. Birincisi, kendi karakterinize hayat verme şansınız, zekanız, duyularınız ve duygularınız ile karakterinizi anladıkça gelişir. İkincisi, bilinçli gayretlerinizle karakterinizi anlamak için bir şeyler yapabilirsiniz. Bu takdirde, tasarlanmış bir yaşantıya hayat kıvılcımları verecek ayrıntıları kişileştirmenize eklemeyi ümit edebilirsiniz.

Önemli karakteri tanımak için, profesyonel yazarlar çok itina gösterirler. Bir grup öğrenci, bir yazara öykü yöntemi hakkında ana hat yapıp yapmadığını sorar. Bu soru karşısında, dördüncü romanını geliştirme aşamasında olan yazar, düşünür ve "Hayır hiç! Hiç ana hat yok!" cevabını verir. Bu soruya cevap verirken, çantasından ağaçlarıyla beraber karakterlerin yaşadığı köyün bir krokisi, köyün evleri, öykünün ana fikir özeti, olay örgüsü, son paragraf özeti, kişilerin biyografik ayrıntıları konusunda kocaman bir dosya çıkarır. Ayrıca, dosyada kahraman için hazırlanmış ataları hakkında bilgi, baş karakterin mazisi, çevresel etkileri, meslekleri, gelecekteki planları, fiziksel görünüşü, duygusal güdüleri ve temel özelliğini içeren bir özet de vardı. Karakter oluşturmak için, bu yazar, çocukluk dönemini aralarında geçirdiği toplumun problemlerini ve kendi ailesinin maruz kaldığı problemleri kullanmıştı. Ayrıca, yazar bilinçsiz birikim yıllarından baş karakterini yapılandırmıştı. Üstelik, karakterin derisi altına girmeye çalışarak, bilinçli bir kuluçka dönemi de geçiriyordu. Öyküyü yazmadan önce, tecrübeli yazarlar, böylesine büyük bir zahmete katlanır ve hazırlık çalışmaları yaparlar. Hiç kuşkusuz, yazmaya başlamadan, sizin de karakterleri tanıma girişiminde bulunmanız gerekir.

Kişileştireceğiniz bir karakteri nasıl tanıyabilirsiniz? İnsanları izleyerek tanımaya başlayabilirsiniz. Şu soruların bazıları size yardımcı olabilir: Öyküde tasarlayacağım karakterin yüzü gerçekten neye benziyor? Gözleri, ağzı, burnu hakkında bireysel olan nedir? Yüz ifadesi çabucak değişir mi? Karakterin bazı durumlarda olduğunu hayal etmeniz ve davranışlarını izlemeniz gerekir: sevdiği bir kız, sevdiği bir kişi, güvenmediği bir kişi ile konuştuğu zaman, kendini yetersiz hissettiği zaman, mutlu, memnun etmeye istekli olduğu zaman, pazarlık yapmaya hazır olduğu zaman, uykuda olduğu zaman, resmi veya toplumsal olaylara kendini hazırladığı zaman çizeceğiniz karakteri izlemelisiniz. Renk, doku, düzenleme bakımından karakterin saçı neye benzer? Ayak ve ellerini nasıl kullanır? Hangi jestleri kullanır? Bu kişi yolda nasıl yürür? Bu kişi uzun adımlarla, yalpalayarak, sert ve avare, sinsice ve yavaş, sendeleyerek, vakur ve kararlı mı yürüyor? Kas hareketleri beklenmedik ve kendiliğinden mi? Bu hareketler, kişinin dürtü ve duygularını ele veriyor mu? Ne tür davranış kalıbına sahip? Düşündüğü zaman, bu kişi gözlerini kısar mı? Şaşırdığı zaman parmaklarını çıtlatır mı? Nasıl el sıkar? Astları ve üstleri ile beraber olduğu zaman, elini ve zihnini kullanması gerektiği zaman, savunmasız yakalandığı zaman, karakterin yüz ifadesi ve vücut durumunda bir değişiklik olur mu? Yüzü belli bir ifade aldığı zaman, iç duygularını anlayabiliyor musunuz? Karakterin farklı bir birey olarak görünmesini sağlamak için, fiziksel ayrıntılarını seçerek tasvir yapabiliyor musunuz?

Çizeceğiniz karakter nasıl konuşur? Kelimeleri uzatarak mı yoksa keserek mi? Sesi yüksek, kısık, ince, uyumlu, gür, rahat veya tiz mi? Karakterin çok sevdiği ifadeler, boşluk dolduran kelimeler, deyimler nelerdir? Lisanı, gündelik dil yada resmi dil mi? Deyim ve imge yüklü bir dil mi, yoksa düz, geleneksel bir dil mi? Gözlerinizi kapatıp sesini dinlemeye çalıştığınız zaman, karakterin sesinde özel bir konuşma ritmi duyuyor musunuz? Karakteri dikkatlice gözlemledikten sonra, yanınızda olmadığı zaman, hayalinizde sözünü işitebiliyor musunuz? Onun diğer insanlara karşı konuşma biçimini işitebiliyor musunuz?

Çizeceğiniz karakter nasıl gülüyor? Gerçekten neşesini dürüst ifade ediyor mu, yoksa duygularını gizliyor mu? Tanımadığınız bir yabancıdan gelen bir gülüş işitseniz, onun hakkında ne düşünürdünüz?

Bir karakteri incelerken, fiziksel ayrıntıların kalıcı yada değişken olduğunu ayırt etmeye başladığınız zaman, daha keskin gözlemde bulunacaksınız. Örneğin, karakterin gözleri her zaman mavidir. Fakat, karakter mutlu olduğu zaman, gözleri daha açık mavi; kızdığı zaman çelik mavisi gözükebilir. Sesi de bazı bakımlardan her zaman aynıdır. Yine de, kendi ruh durumunu ele verecek biçimlerde değişebilir. Öyleyse, eylemsiz olduğu zaman bir kişi, eylem halinde iken başka bir kişidir. Yada belki farklı faaliyetlerde bulunurken bir düzine farklı kişidir. Belki devingen olduğu zaman, çoğumuzun daha çok ilgisini çekebilir. Öyleyse, en azından bir faaliyet yaparken karakterinizi izlediğinizden emin olmalısınız.

Duyularınızla fiziksel ayrıntıları gözlemlerken, karakteri aklınızla da anlamayı öğreniyorsunuz demektir. Karakterin eğilimleri, zevkleri, ilgileri, gözde sporları, okuma alışkanlıkları, tutkuları hakkında ne biliyorsunuz? İhtirasları güçlüyse, bu ihtiraslar vicdan muhasebeleriyle kontrol ediliyor mu? Gururu güçlü mü? Sabit fikirleri var mı? Önyargıları, baskın güdüleri nelerdir? En çok neyi arzuluyor ve değer veriyor? En çok kendisi olduğu zaman, kendisi hakkında düşünceleri nelerdir? En iyi arkadaşına bile söylemek istemeyeceği sırlar nelerdir? Bu sır ve düşüncelerin her hangi birisini bir yabancıya söyler mi? Kendi seviyesinde ve seviyesinin üstünde olan kişilere, çocuklara, ve hizmetçilere karşı nasıl davranır? Canlı bir insan hakkında bütün bunları öğrenmemize imkan olmaz. Buna rağmen, verilen sorular bildiklerinizi seçmenize yardım eder. Fakat, bir kişinin karakterini çizdiğiniz zaman, deneyim ocağı küllerinden bunlardan daha fazlasını öğreneceksiniz. Karakterin temel özelliği nedir? Niye bu özelliğe sahiptir?

Duyularınızı ve mantığınızı kullanırken, karakterinize karşı kendi duygusal tepkilerinizi öğrenmeniz gerekir. Karakterinize karşı saygı, hayranlık, yada sevgi duyuyor musunuz? Kıskanıyor yada acıyor musunuz? Beğenme, nefret, tiksinti duyuyor musunuz? Sizi kızdırıyor mu? Karakter hakkında duygularınız tahlil edilemeyecek kadar karmaşık mı? Karakter yaklaştığı zaman, sizin kaslarınız nasıl hareket ediyor? Karakterin hangi duyguları hissettiğini anlamaya çalışın ve daha sonra, elinizden geldiği ölçüde onunla beraber kederlenin ve neşelenin? Dar bir sempati alanınız varsa, kendinize benzeyen karakterlerle öykü yazmaya başlayın, sonra gücünüzü artırın. Örnek olarak, elinde olta ile üç küçük balık taşıyan ve yılanlara ilgi duyan küçük bir çocuğun "derisi altında" kendinizin olduğunu hayal edin. Çıplak ayakları altındaki toprağın sessiz kırılışını, omzunda olta
takımının ağırlaştığını hissedebiliyor musunuz? Kendinizi itfaiye aracını izleyen bir çocukla özdeşleştirebiliyor musunuz? Aracı işiterek, gergin kaslarını hissederek, hızlanmak için bedenini ayarlayıp koşan itfaiyecileri seyre dalan ve bu itfaiye aracını sürmek için büyük bir arzu duyan çocuğun yerine kendinizi koyabiliyor musunuz? Hakkında öykü yazmak için seçtiğiniz karakterin en azından duygularını paylaşabiliyor musunuz?
Kimi zaman "her şeyi bilmek, çok şeyi affetmektir." Kimi zaman da, karakteri anladıkça, değer yargılarınız sizi o karaktere karşı sempati duymaktan uzaklaştır ve hatta olumlu bir nefret verebilir. Gözlemledikten sonra, karakterinize karşı tarafsız ve ilgisiz olabilirsiniz. Bu takdirde, karakter hakkında öykü yazmak için zaman israf etmenize hiç gerek yoktur. Bazen karaktere karşı duyduğunuz ilgi, öykü yazmaya kalkışacak kadar köklü olur. Öyleyse, sanırım akıl ve duyularınızla karakteri anlama girişiminiz, artık karaktere karşı tavrınızı yeterince berraklığa kavuşturup güçlendirmiştir. (1:37-42)


Bölüm Sonu

KİŞİLEŞTİRME I (Kuram)

KİŞİLERİ HAYATIN İÇİNE ÇEKMEK
Pearl Hogrefe

İyi yazmayı başardığınız zaman, karakter stereotip kişi olmaktan çok, bireysel insan olarak ortaya çıkar. Bu yeteneği kazanmak zordur. Bunun bir takım sebepleri vardır. Bu zorluk, gerek canlı bir insan hakkında haddinden fazla malumatınız olmasından ve bu malumatları dikkatlice ayıklamak zorunda olmanızdan, gerek insanlar hakkında yeterince bilgiye sahip olmayışınızdan, gerekse mevcut bir çok kişileştirme yöntemi bulunmasından kaynaklanabilir. Bu sebeplerden dolayı kişileştirmede güçlük çekebilirsiniz.

İlk olarak, kişileştirme yaparken doğrudan açıklamaları kullanabilirsiniz. Yani, yazar bir karakter hakkında kendi görüşlerini, diğer karakterlerin çizilen karakter hakkındaki görüşlerini veya karakterin kendisine yönelik görüşlerini açıklayabilir. Teorik anlamda, bu yöntemin sıkıcı olması, hele bir de amatör yazarın elinde sıkıcı hale gelmesi pek muhtemeldir. Ancak, üslubu olgun, gözlemleri keskin bir yazar bu yöntemi etkili olarak kullanabilir. Uzun kurmaca eserlerde bir karakteri ilk defa tanıştırırken, yazar karakter hakkında doğrudan açıklamalar yapar. Böyle açıklamaların yapılması yararlıdır. Bir de, bu açıklamalar kısa tutulursa, özellikle kısa öykülerde oldukça etkili olur.

Sinclair Lewis karakter çizerken bazen tek açıklama cümleleri kullanır:

Mr. Tozer was thin and undistinquished and sun-worn as his wife, and like her, he peered, he kept silence and fretted (Sinclair Lewis, Arroivsmüh, (Harcourt, Brace, 1925)

Mr. Tozer, eşi gibi, sıska, sıradan ve güneşten yıpranmıştı. Eşi gibi, kısık gözlerle bakar, sessizliğini korur ve üzüntülü olurdu. (Sinclair Lezvis, Ar-rotvsmith, (Harcourt Brace, 1925)

Kısa öyküde karakter hakkında kısa açıklama cümleleri kullanmak gerekir. Yine, burada da ölçü pürüzsüz olarak açıklama yapma yeteneğiniz olacaktır. Açıklamanızı öylesine pürüzsüz yapmalısınız ki, okur yaptığınız açıklamayı öykünün tabi bir parçası olarak algılasın.

İkincisi, kişileştirme yöntemleri arasından, fiziksel tasvir yöntemini seçebilirsiniz. Karakteri tasvir ederken, tanımlayıcı ayrıntıları kullanmak ve sadece bireyselliği gösteren özellikleri seçmek gerekir. Üçüncü olarak, karakterin çevresini kullanabilirsiniz. Karakterin oluşturduğu alışkanlıklar, kendi çevresi veya yabancı bir çevreye ilişkin kendi tepkileri. Bunlar yardımıyla, okur çizdiğiniz kişinin nasıl bir insan olduğunu görür. Dördüncüsü, karakterin düşüncelerini kullanabilirsiniz. Böylece, karakterin gerek bilinç akışını gösterebilir, gerekse bir şey hakkında seçilmiş kontrollü düşüncesini anlatabilirsiniz. Beşincisi, karakterin diğer insanlara karşı nasıl tepkide bulunduğunu gösterebilirsiniz. Altıncı olarak, söz konusu karakterin konuşmasına izin verebilirsiniz. Yedincisi, kişileştirme girişiminizde karakterin bir takım eylemlerini kullanabilirsiniz. Davranışlar arasına, belirli bir zamanda, belirli bir yerde, yada öyküde tekrar edilen alışkanlığa dönüşmüş eylem kalıplan da dahil edilmelidir.

Doğruyu söylemek gerekirse, öyküde karakter geliştirme konusunda, konuşma ve eylem genellikle en etkili yöntem olur. Fakat, iyi bir öyküyü incelediğiniz mi, sözü geçen yöntemlerden birçoğunun maharetle birleştirilerek kullanılmış olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz.

Eğer karakter hakkında tanımlayıcı yazmak size zor geliyorsa, ihtimal ki, kendinize şu sorulan sormaktasınız: Tanımlayıcı yazmak için, kişileri yeterince nasıl tanıyabilirim? Nasıl tarafsız olabilirim? Gerçek hayatta olduğu gibi, öykü yazarken de, değişmez ve temel bir özellik konusunda karar vermek gerekir. Bu konuda tutarlı bir seçim yapmalı ve doğru bir karar vermelisiniz. Eğer bir memuru karakter olarak seçerseniz, insanları yargılama konusunda göstereceği zekilik temel özellik olacaktır. Evliliği seçerseniz, kalıcı sadakatin temel özellik olduğunu düşünebilirsiniz. Öykü yazmaya hazırlanırken, parfüme düşkünlüğün sürekli olsa da, önemli ve temel özellik olmayacağını düşünebilirsiniz. Eğer estetiğe değer veren sıra dışı bir yazar iseniz, güzelliğe karşı ilgisizliğin temel özellik olduğunu düşünebilirsiniz. İnsanların acılarına karşı ilgisizlik, birçok yazara daha önemli gözükür. Yine de, çoğu yazara göre, cömertlik, cimrilik, nezaket, gaddarlık, cesaret, korkaklık, yada herhangi biçimde ortaya çıkan şeref veya şerefsizlik daha önemli olur. Her yaratıcı yazı türü, bireysel değerlerin ifadesi olur. Bu sebepledir ki, kişileştirmede temel özelliği seçmek sizin dürüst ve bireysel tercihinize kalmıştır. Kimi zaman kişilerinizi başarı ya da başarısızlığa sürükleyecek kadar önemli bir özelliğini; kimi zaman da diğer insanların tam olarak görmediği ama, sizi etkileyen bir kusurunu temel özelik olarak seçebilirsiniz. Kişiler konusunda kendi keşifleriniz dışında, anlatma zahmetine değecek hiçbir husus yoktur. Zaten, yaptığınız her keşif sizin kendi bireysel gelişmenizden doğar. Bu keşif, asla ulaşamayacağınız mutlak hakikat yolunda geçirmiş olduğunuz bir aşamadır. Ama, bu tür keşifler, hiçbir zaman bilimsel bir çıkarım iddiası taşımaz.

Niçin temel özellik vurgulanmalıdır? Bu soruya şöyle bir soruyla cevap verebilirsiniz: silah kullanmayı öğrenirken, neden hedef tahtasının dışına değil de, hedefin tam ortasına nişan alırsınız? Kuşkusuz, yetenek kazanmak için hedefi daraltmak gerekir. Fakat, karakterler hakkında öykü yazarken, öykünüzde geçen karakteri kuru bir iskelete dönüştürecek kadar katı olmanız da gerekmez. Seçiminize bağlı olarak, şüphesiz ele aldığınız kişinin temel özelliği ile çelişkiye düşmeyecek karakter yapısının diğer küçük ayrıntılarını söyleyebilirsiniz. Temel özellik, öyküde kılavuz olur. Bu, yazar için gerekli olduğu gibi, okur için de gereklidir. Karakter hakkında her şeyi anlatmak, okurun kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Karakterle ilgili her şeyi okura anlatırsanız, yazdığınız kısa öykü daha işin başında eleme ve düzenlemeden kaynaklanan birlik kuralından yoksun olacaktır. Öyle bir birlik ki, öyküde tekrar ve gizli imalarla giderek yoğunluk kazanacaktır. Örnek olarak, karakterin temel özelliği küstahlıksa, karakterin küstah olduğunu sadece bir kez okurlara söylemek ve göstermekle yetinmek olmaz. Küstahlık özelliğini, türlü çeşitli imalarla tekrar etmeniz gerekir. Bırakın, karakter bölüm boyunca alaya olarak konuşsun ve küstahlık etsin.

Esas karakteri, öykü içerisinde et, kemik ve kandan' oluşmuş canlı bir insan gibi göstermek gerekir. Karakter bu şekilde çizilmelidir. Bu konuda göstereceğiniz maharet, başarınızın tek gerçek ölçüsü olur. Kukla, robot, genelleştirilmiş bir soyutlama, veya tek boyutlu düz bir karakter çizmek istemezsiniz kuşkusuz. Bunun yerine, üç boyutlu, yuvarlak, ve bireysel özelliklere sahip bir insan sunmak istersiniz. Diğer yazarların yazdığı öyküyü okurken, bazen onların yarattığı kişilere karşı tepkide bulunursunuz. Bunu kolaylıkla fark edersiniz. Okuduğunuz usta yazarın çizdiği bir karakterin odaya girdiğini görür, sesini ve nefesini duyar, onunla beraber kaslarınızı gerersiniz; karaktere karşı sempati duyarsanız, sevdiğiniz karakter adına korkar yada ümit edersiniz. Sempati duymazsanız, diğer insanlar adına korkar veya ümit edersiniz; içgüdülerini ve zihniyetini anlarsınız. Öyküyü okurken, karakterin yaşantılarını hissedersiniz. Yani, karakteri duyularınızla algılar, nişlerinizle tepkide bulunur, aklınızla izlerseniz. İşte o zaman, okuyucu olarak bu karakter sizin için canlı bir insan olmuş olur. Okurların algılaması için, karakterlerinizi hayatın içerisine çekebilir misiniz?


Çözüm *

"Olmasaydı böyle...", "Yaşamasaydık" yada "Keşke" dememizin bir yararının kalmadığı, anlatının doruk noktasından düşüşe geçtiği o tek sayfalık kısımdayız şimdi.

Kitabın daha çok satması planlanarak, yazar denen o tanrısal varlığa yardımcı olmak için, "doruk" kısmında devreye girmişti duygularım... Ama yazar baktı ki olmayacak, bir yerlerde bitmeli bu hikaye, devreye sokmak zorunda kaldı ikinci kahramanı...

En azından esas oğlan tip değiştirmiş olsa da, esas kız yoluna devam ediyor, ve artık yazar kitabın son sayfasını da bitirip parça pörçük sayfaları bir araya getirip son kez okuyacak eserini... Baskıya yollamadan önce...

-Saygı duyulmayan bir şeyin baskıya gitmesine ne gerek var?, yazarı bile saygı duymuyorsa.. Özel kalan şeylere yapılır bu.


Kitap içindeki karakterlerin kitabın bütünü için bir şey düşünmesine mahal yoktur... Eski esas oğlan kitap için bir şey düşünemez yazar istemeden... Yazar zaten kendisini bir tip yerine koymamış eserinde... Tanrısal anlatıcı metodunu seçmiş kitabı kaleme alırken.

-Sorun da o ya zaten keşke karakterlerden biri olsaydı... Olsaydı da esas kızla birebir yaşayabilseydi.


Dedim ya... keşkeler söylendi, dualar bile edildi, ağıt da yakıldı… Ama hepsi kurmaca kaldı sanırım bu iki kalın kartondan kitap kapakçığı arasında. Hak ettik saygıyı, ya da etmedik... Sevdik, ya da sevmedik... Geçmişin hayaletleriyiz daktilo harfleriyle kazınmışız sayfalara... Can acıtsa da, okumak, tekrar tekrar okumak soluğumu düğümlese de...

Benim için iki esas kız vardı o kitabın sayfaları arasında, biri kitabın serim ve düğüm bölgeleri arasında sıkışıp kalan, daha fazla ilerleyememesine sebep olduğum esas kız, esas oğlanın, yani ilk esas oğlanın istemeden mahvettiği, acıtıyor beni bunu söylemek ama, gerçekten istemeden mahvettiği, esas kız. Hala bir şeylerini benimle taşıdığım kişi, hala sonsuz derecede saygı duyduğum kişi, dünya üzerinde herkesten ve her şeyden fazla değer verdiğim kişi... O gözleri parlayan, etrafa attığı her bakışta benim olan...

Benim için tanrısal yazarın o kitaba koyduğunu sandığım kişi... Çünkü ben kendimi hep esas oğlan sanmıştım. Ne kadar da tipik bir karakterim oysa...

Diğeri de, hepimizin tanıdığı, karakter değişimine, duygu değişimine, kısacası istekli veya isteksiz mutasyona uğrayan esas kız. İşte o esas kız, bugünkü konuşmalarımın muhatabı...

Neyse... Bırakalım da yazar rahat rahat görsün işini... Son noktayı koyup kitabın hitabet sayfasını yazsın... hiç bilmediğimiz hiç tanımadığımız insanlara hitab edilen bir romanda çiziktirilmiş tipler olmaktan ileri gidemeyelim bizde.

Bilinmez, belki adam bir cilt daha yazar... Kimler yer alır o ciltte, neler olur...

Bilinmez...

Yazarın yüce adaleti karşısında teslim olmaktan başka ne yapabiliriz ki ?


M. Harun AKGÜN

25 Ağustos 1983 - II

(Önceki bölüm)

II


..."Ne tuhaf," dedi, "biz iki kişiyiz ve aynı kişiyiz. Ancak rüyalarda hiçbir şey tuhaf değildir."
Korkmuş bir halde sordum:
"O halde tüm bunlar rüya mı?"
"Bu, eminim ki benim son rüyam."
Eliyle komodinin mermeri üzerinde duran boş şişeyi gösterdi.
"Bununla beraber, siz, bu geceye varana dek pek çok rüya görmek zorunda kalacaksınız. Hangi tarihtesiniz?"
Dalgın bir şekilde, "Tam olarak bilmiyorum," dedim. "Ama dün yetmiş yaşıma girdim."
"Sen uyanık halde bu geceye vardığında, dün itibariyle seksen dört yaşını doldurmuş olacaksın. Bugün 25 Ağustos 1983'teyiz."
"O kadar yıl bekleyeceğim yani," diye mırıldandım.
Sert bir şekilde, "Artık benim için başka gün kalmadı," dedi, "her an ölebilirim, bilinmezliğin içinde kendimi kaybedebilir ve ikizimle beraber rüyalar görmeye devam ederim. Aynaların ve Stevenson'un ilham ettiği malum konu."
Stevenson'u anmasının ukalalık değil de bir çeşit veda olduğunu hissettim. Ben O'ydum ve anlıyordum. Shakespeare olmak ve hatırlamaya değer cümleler sarf etmek için dakikalar yeterli değildi. Dalgınlığından sıyrılması için şöyle söyledim:
"Başına bunun geleceğini biliyordum. Yıllar önce burada, alt kattaki odalardan birinde, bu intaharın tarihini anlatan müsveddeyi hazırlamaya başlamıştık."
Sanki anılarını tazeliyormuş gibi ağır bir biçimde, "Evet" diye karşılık verdi. "Ama bir bağlantı görmüyorum. O müsveddedeki Androgué'ye gidiş bölümünü çıkarmış ve Las Delicias otelinin, diğer odalardan uzaktaki 19 numaralı odasına çıkmıştım. Orada intihar etmiştim."
"Bu yüzden buradayım," dedim.
"Burada mı? Her zaman buradayız. Maipu Sokağı’ndaki evde gördüğüm rüyada sen buradasın. Rüyamda buraya geliyorum, ana kucağı gibi olmuş bu odaya.”
“Ana kucağı gibi,” diye tekrarladım anlamak istemeden. “Rüyamda seni 19 numaralı odada görüyorum, şu yukardan apartman boşluğuna bakan.”
“Kim kimi görüyor rüyasında? Rüyamda seni görüdüğümü biliyorum ama sen de beni rüyanda görüyor musun bilemem. Adrogué oteli yirmi, belki de otuz yıl önce yıkıldı gitti. Kim bilir.”
Açık seçik bir meydan okumayla “Rüyayı gören benim,” dedim.
“Tek kişi mi rüya görüyor yoksa iki kişi birbirini rüyasında mı görüyor? Asıl meselenin bu olduğunu fark etmiyorsun.”


Devam Edecek


Jorge Luis Borges

Salı, Kasım 29, 2005

25 Ağustos 1983 - I

I

Küçük istasyonda, saatin gecenin on biri olduğunu fark ettim. Otele yürüyerek gittim. Daha önceleri olduğu gibi, tanıdık yerlerde bizi ele geçiren kendini bırakma ve rahatlama duygusunu hissettim. Büyük ve geniş kapı açıktı; bina karanlıklar içindeydi. Solgun aynaları salondaki bitkileri çoğaltan lobiye girdim. Şaşırtıcı bir şekilde otelin sahibi beni hatırlamadı ve kayıt defterini uzattı. Bankoya bağlı duran tüy kalemi aldım, bronzdan mürekkep hokkasında ıslattım ve açık duran deftere eğildiğimde, o gecenin bana sunacağı sürprizlerden ilkiyle karşılaştım. Benim ismim, yani Jorge Luis Borges, zaten deftere yazılmıştı ve yazının mürekkebi henüz kurumamıştı.
Otelin sahibi şöyle söyledi:
"Yukarı çıkmış olduğunuzu sanıyordum."
Sonra bana dikkatlice baktı ve hatasını düzeltti:
"Özür dilerim beyefendi. Diğeri size öyle benziyor ki, ama siz daha gençsiniz."
Hemen sordum:
"Oda numarası kaç?"
"19 numarayı istedi," diye cevap verdi.
Korktuğum başıma gelmişti.
Tüy kalemi bıraktım ve koşarak merdivenleri tırmandım. 19 numaralı oda ikinci kattaydı, bir korkuluk ve hatırladığım kadarıyla bir bankın bulunduğu derme çatma bir apartman boşluğuna bakıyordu. Otelin en tepedeki odasıydı. Kapı kolunu çevirdim, kapı direnmeden açıldı. Avizenin ışıkları yanıyordu. Merhametsiz ışığın altında kendimi seçebildim. Demirden dar yatakta sırtı bana dönük, daha zayıf ve çok solgun, tavandaki alçı kabartmalara dalmış halde öylece duruyordu diğer ben. Sesi bana ulaştı. Tam olarak benim sesim değildi; daha çok ses kayıt cihazlarından duymaya alıştığım, sesimin nankör ve renksiz bir tonuydu...




Jorge Luis Borges

Edebiyat ve Ölüm Üzerine

Ölüm edebiyatın en önemli temalarından biridir. Lev Tolstoy’da büyük bir soru olan ölüm Dostoyevski’de sara nöbetleriyle gelir. Shakspeare’in sözlüğünde ise ölüm cinayetle yan yana yazılır. Aleksandre Soljenitsin, yaşadığı günlere iyileşmesi mümkün olmayan bir hastalık gözüyle bakar. Maksim Gorki, ölüme meydan okuyan kahramanlar yaratır. Fantastik edebiyatta ise ölüm bir ülkedir adeta; gidilir, gelinir. “Yüzüklerin Efendisinde” Gollam Frodo’nun kötü yarısı, ölür. Ancak Frodo’nun ölümcül yarası iyileşmez. Gri limanlara gider. Ondan önce Gandalf, ölüm ülkesine gidip gelmiştir. Ursula Le Guin’in “Yerdeniz Büyücüsü”nde Ged, dünyaya saldığı gölgesini arar. “En Uzak Sahil”de Kuğu adlı büyücü artık ölümü gördüğünü ve böylece görünen şeyleri kabul etmeyeceğini söyler. Sonuçta soru değişmez. Le Guin’in, “yaşamak ve dünyada olmak onun düşlediğinden çok büyük, çok garip bir şeydi” demesiyle, Dostoyevski’nin “herkes, herkesin önünde her şeyde günah işlemiştir” demesi arasında büyük bir fark yoktur. Çünkü gece hem Dostoyevski’nin hem de Le Guin’in tek zamanıdır. Ölüm bir başlangıç, bir son olarak devam ederken, insan söylemek istediği her şeyi kendi yaşamını bir belge gibi sunarak, içindekini söyleyerek yaşama, bizim vazgeçmediğimiz yaşama veda ediyor. Kimse aslında intihar etmeyi düşünmüyor. İntihar bir düş gibi hayatımızda yer alıyor. Bu dünya yaşanmaya değmez diyor bir ses; ama kimse bu dünyadan kendi eliyle gitmek istemiyor ve herkes o “bir gün”ü, vadesi dolunca gideceği günü bekliyor. O bir gün’ü beklemeyenler ise Saint Marco Meydanına dönüşü olmayan bir bilet kesiyorlar. Ölüm şehri bu biletle ölümsüzlüğe kavuşuyor. Kimse kimsenin burada nasıl yaşadığını merak etmiyor. Herkes ölüler eşliğinde sessiz bir yürüyüş içinde o bir gün, o büyük eğim karşısına nasıl geçeceğini soruyor. İnsanlar Saint Marco Meydanına gelmeden, yaşamın onlara yüklediği anlamsızlıklara elveda demeden önce, bugüne kadar yapılmayan her şey en azından denenmek isteniyor. Başka bir değişle kendilerini itiraf ediyorlar. Bunun için meydanın kanallara bakan lokantalarında pahalı yemekler yiyorlar, lüks otellerde uyuyorlar. Son uyku ve son yemek. Son Yemek’ten sonra pencerenin arkasında onlara bakan rezillik içinde yaşayan ama bunun farkında olmayanlar başlarını yere eğiyorlar. Bu manzara ürküntü veriyor. Herkes ihanet içinde. Herkes kendine ihanet ediyor. Öküzü keserek karnını doyuran insan, neden yılanın sürünmesine izin vermiyor? Her gün onlarca cinayet işleyen, her gün onlarca insanın Azrail’i olan insan, sıra kendisine gelince neden diz kırıp “masum” olduğunu söylüyor ve kendine bir türlü kıyamıyor: “yaşam tatlı, can aziz.” Sonuçta son yemekten sonra iki yüzlü insanlar arasında kanalların durgun sularına bırakılıyor sıcak beden. Yaşam durgun suda hareleniyor. Şeytan suratını buruşturuyor. Su yaşam diye çırpınıyor. Thomas Mann’in kenti bu ölümlerle irinlerini temizliyor. Önce ayaklar yavaşça suya değiyor, su sıcak bir ürperti veriyor, beden ölüm karşısında çözülüyor. İnsanın yaşamına bir söyleyeceği var ve ilk kez insan içindekini söylüyor. Sonra bir ölüm haberi. Aile çok üzülüyor. Herkes üzülüyor. Komşular, “daha gençti… ama ne yakışıklıydı… ne güzeldi…,”diyorlar. Ceset bir süre sonra kıyıya vuruyor. Kıyı sessiz ve gururlu; ölüm bütün yüzlerdeki perdeleri kaldırıyor. Venedik, Mann’ın şehri, her gün yüzsüzleri ağırlamaktan yorgun, ağır bir dağ edasıyla düşünüyor. Aileler üzgün, aileler çıldırıyor. Ve bir hafta sonra… bir hafta sonra ölümün, intiharın sırrı çözülüyor. Eve yüklü bir fatura geliyor. Faturanın altında bir not: “Çocuğunuz bizim otelde kaldı. Pahalı yiyecekler yedi vs.” Aile bütün üzüntüsünü unutuyor. İnsan bir daha yeniliyor ve kıyıya vuranların haklılığı, eve gelen fatura ve kanalların durgun suları arasında kalıyor.
Hep böyledir. Böyle olmasının dışında bir şey yoktur. Bir sorudur. Cevap yoktur.
Zaten intihardan sonra soru cevaplanmıştır.
“Ölmek, yeni bir şey değil yaşamımızda.
Peki ya yaşamak?”
Hiç kimse bu soruyu yanıtlamadı.
Oysa ki bu soru gelecekti, geleceğe gönderilmiş bir ulaktı. Ulak yerine ulaşmadı.


Edebiyatta Ölüm ve İntihar - Müslüm Yücel

Pazar, Kasım 27, 2005

Şehirlerarası II *

(Önce "Şehirlerarası I"i okuyun.)
./..

Morsun.

Mor, doğuda Beyaz Rusya sınırındaki Chernihiv şehrinde ölümün rengi. Depresyonun, bunalımın rengi.

Sen morsun, ama ölmüyorsun. Depresyonda mısın? Bilmiyorsun…

Camdan arabanın içine dolan uğultulu rüzgar arabanın bağırışlarını duymanı önlüyor biraz, ama yine de morsun. bir şeyler yapman gerektiğini düşünüyorsun.

Gerisi önemli değil...

./..

M.Harun AKGÜN

Boşuna *

Sen istedin piyon olmayı.
Kafa, duvar, kan…
Vezir ve hatta şah olabilecekken piyon olmak senin seçimindi.
Acı, kırmızı noktacıklar, baş dönmesi…
Aslında pilot da olabilirdin, ama bunu seçmedin.
Çat. Kendi suratında patlayan tokat… Afallama…
Duvardaki kan lekesi kadar anlamsız artık yaptıkların.
Burunla göz arasından süzülen bir damla kan. Şıp, yerde…
O kadar da acımıyormuş. Kan korkuturdu seni, boşunaymış.
Gözün içine giren kan. Kızıl bir oda…
Kalbin de bu kadar kanamıştı arkasından bakarken.
Kasılma, diyafram, hıçkırık…
Kafanı kaldırıp etrafına baktığında, havayla dolu bir oda göreceğine, onunla dolu bir oda görüyorsun şimdi.
Özlem, acı, öne düşen baş…
Yatağın… Orada uyumuştu sen başka şeylerle ilgilenirken.
Kafa, masa, biraz daha kan…
Masanı toplamıştı sen uyurken.
Burun, kazak kolu, sümük…
Geçmişten bir sahne, içinde mendil sen ve o geçen.
Ağız, ciğer, tıkanan çığlık. Yankılanıyor kafanda…
Bu gece nerede? Onunla mı yoksa?
Beyin, iç güdü, tiksinti...
Kolları etrafında. Göğüsleri dokunuyor vücuduna.
Çığlık, hırıltı, kusmuk…
Birazdan birlikte gidecekler yatağa.
Halı, sen. Küt, yer…
İlk kez dokunacak bir el küçücük bebeğinin dokunmaya kıyamadığın bedenine.
Gözyaşı, hafıza, kilitli metal kutu…
İçten gelen ses… Hak ettin bunları!
Dolap, metal kutu, kilit, yumruk, kan…
Replikler söylendi. Zeus, Osiris, Musa, Davut, İsa, Muhammet öldü. Allah bile…
Hafıza, anahtar, üçüncü çekmece…
Gelecek mutluluk getirecek ona. İstemişti seni, ama isteyememiştin sen bir türlü. Öküz! Çekmece tutacağı, donlar, çoraplar, öfke…
Ara şimdi… Kaybettin çoktan. Ağla, sızla…
Biraz daha çorap, metal tıkırtısı, anahtar…
Boşunaydı çabalaman… Mutlu o. Onunla “O”… O da “O”nunla…
Metal kutu, kilit, anahtar…
Ne anlamı var? Kaya yuvarlandı, başladığın yere döndü yine…
Şakak, korku, soğuk…
Mutlumudur şimdi? Değdi mi tüm bu olanlara?
Tetik, Namlu, BAM…
Allah kahretsin…
Vücut, bacak, titreme…
Ne de çabuk geçiyor 1 milisaniye…
Soğuk, karanlık, Her taraf kan…

M. Harun AKGÜN

Aşkın Gözü Kördür IV

IV


Orvert koşarak pastaneye doğru yürüdü. Üç kez, birbirlerine sarılmış bedenlerin üzerine düştü ama birleşmeleri uygulamak için vakit ayırmadı. Ama, en azından birinde, beş kişiydiler.
-Roma! dşye mırıldandı. Quo Vadis! Fabiola! et cum spiri tuo tuo! Orjiler! Ok!

Vitrin camıyla temasından elde ettiği, uğurlu güvercin yumurtası yüzünden kafasını ovalıyordu. Yürüyüşünü hızlandırıyordu, çünkü kendisinin olmakla birlikte, oldukça uzun bir mesafede önünden giden bir şey, olduğunca çabuk varması için kışkırtıyordu onu.

Hedefe ulaştığını düşünürken, bir yandan el yordamıyla yolunu bulmak için evlere erişmeyi denedi. Çatlak aynalardan birini tutan, civatayla tutturulmuş, daire biçimindeki kontrplaktan antikacının vitrinini tanıdı. Pastane iki ev sonra.

Ve doğruca, sırtı kendisine dönük, hareketsiz bir bedene çarptı. Bir çığlık attı.
-İtmeyin, dedi kaba bir ses, ve şunu kıçımdan çıkartmayı deneyin yoksa suratınızı duvara gömdüreceksiniz...
-Ama... Şey... Siz ne sanıyorsunuz, dedi Orvert.
Geçmek için sola doğru gitti. İkinci şok.
-Ne oluyorsunuz yahu, dedi, başka bir ses.
-Kuyruğa, herkes gibi.
Koca bir kahkaha duyuldu.
-Ha? dedi Orvert.
-Evet, dedi üçüncü ses, elbette, Nelly için geldiniz.
-Evet, diye kem küm etti Orvert.
-O halde kuyruğa girin. Şimdiden altmış kişiyiz.
Orvert hiç cevap vermedi. Üzgündü. Kızın, işlemeli küçük önlüğü giyip giymediğini öğrenmeden ayrıldı.

İlk sola döndü. Karşı yönden bir kadın geliyordu. İkisi birden yere kıç üstü düştüler.
-Özür dilerim, dedi Orvert.
-Benim hatam, dedi kadın. Siz sağınızdan gidiyordunuz.
-Kalkmanıza yardımcı olabilir miyim? Yalnızsınız, değil mi?
-Ya siz. Beş altı kişi üzerime atlamazsınız umarım?
-Bir kadınsınız değil mi? diye devam etti Orvert.
-Siz karar verin.
Birbirlerine yaklaşmışlardı, Orvert yanağında uzun ve ipeksi saçları hissetti. Birbirlerinin önünde diz çökmüşlerdi.
-Nerede rahat olabiliriz, dedi Orvert.
-Sokağın ortasında.
Yönlerini, kaldırımın kenarına göre bularak oraya gittiler.
-Sizi istiyorum.
-Ben de sizi. Adım...
Orvert onu durdurdu.
-Benim için fark etmez. Ellerimin ve bedenimin öğreneceğinden başka bir şey bilmek istemiyorum.
-Buyrun, dedi, kadın.
-Tabii, diye saptamada bulundu Orvert, üzerinizde giyisi yok.
-Sizin de.
Orvert kadının üzerine uzandı.
-Acelemiz yok, dedi kadın. Kendiniz de söylediniz, inceleme yapabilmemiz için tenimizden başka bir şeyimiz yok artık. Unutmayın ki, artık bakışınızdan korkmuyorum. Erotik özerkliğiniz suya düşmüş bulunuyor. İçten ve dolaysız olalım.
-İyi konuşuyorsunuz.
-"Modern Zamanlar'ı" okuyorum. Haydi, cinsel eğitime bir an önce başlayalım.

Orvert de birçok kez ve farklı biçimlerde bunu yaptı. Kadının su götürmez yetenekleri vardı ve ışık yanacak gibi korku olmadıkça olasılıkların alanı bir hayli genişti. Hem zaten yıpranmıyor. Orvert'in yadsınamaz değerdeki iki üç numarası ve birçok kez tekrarlanan simetrik bir birleşmenin uygulamasını öğretmesi ilişkilerine güven getirdi.

İnsanları, tanrı Pan'ın sureti gibi sade, huzurlu yapan buydu işte.

Oysa, radyo bilim adamlarının olayda düzenli bir gerileme belirlediklerini ve sis tabakasının günden güne alçaldığını açıkladı.

Tehlike büyük olduğundan, büyük bir kurul toplantısı yapıldı. Ama hemen bir çözüm bulundu çünkü insan dehasının binlerce yüzü var, özel dedektörlerin saptadığı gibi hayat mutluluk içinde sürebildi. Çünkü herkes kör olmuştu.


(Paris-Tabou, No:1, Eylül 1949)

Boris Vian - Kurtadam

./x

Aşkın Gözü Kördür III

III


Pantolonu ayaklarına düştü, çıkarıp merdiven boşluğuna fırlattı. Sis gerçekten de ateşler içindeki bir bıldırcın gibi sıcaktı ve eğer Lerond takımları ayakta gezebiliyorsa, Orvert böyle giyinik kalacak değildi ya. Ya hep Ya hiç.

Ceketi ve gömleği uçtular. Ayakkabılarını çıkarmadı. Merdivenin altına vardığında hafifçe kapıcının camına vurdu.
-Girin, dedi, kapıcı kadının sesi.
-Bana mektup var mı? diye sordu Orvert.
-Oh! Bay Latuile! diye kahkahayı bastı şişman kadın, her zaman güldürmeye hazırsınız... İyi uyudunuz mu bakalım? Rahatınızı kaçırmak istemedim... Ah, bu sisin ilk günlerini görecektiniz! Herkes çıldırmış gibiydi. Şimdiyse... ee alışıyor insan...

Sütümsü engeli aşmayı başaran kokudan, kapıcının yaklaşmakta olduğunu anladı.
-Ne var ki, yemek hazırlamak pek kolay olmuyor. Ama bu sis bir garip... Sanki besliyor gibi; örneğin ben iyi yerim... Oysa üç gündür, bir bardak su, bir parça ekmek yetti.
-Zayılayacaksınız.
-Hah! hah! diye kikirdedi kadın, altıncı kattan düşen bir ceviz torbasına benziyen gülüşüyle. Bakın, elleyin Bay Orvert, hiç bu kadar formda olmamıştım. Midelerim bile toparlandı... Bakın, elleyin.
-Ama... Şey..., dedi Orvert.
-Bakın, elleyin diyorum size.
Körlemesine elini kaptı ve söz konusu midelerinden birinin ucunun üstüne koydu.
-Şaşırtıcı, diye saptamada bulundu Orvert.
-Ve kırk iki yaşındayım. Nasıl! Hiç belli değil artık! Ah!... Benim gibi biraz toplu kadınların işine geliyor bir yerde...
-Aman tanrım! dedi Orvert, afallayarak... Çırılçıplaksınız.
-Evet, ya siz?
-Doğru, dedi kendi kendine Orvert. Benimki de ne tuhaf fikir.
-Televizyonda, diye sürdürdü kapıcı kadın, aerosol bir afrobezyak* olduğunu söylediler.
-Ah! dedi Orvert; kapıcı kadın kısa bir solukla değmişti kendisine ve bir an için, kendini bu kutsal siste yeniden doğmuş gibi hissetti.
-Bakın dinleyin Bayan Panuche, diye yalvardı, Hayvan değiliz. Eğer bu gerçekten afrodizyak bir sisse, kendimize hakim olmalıyız.
-Oh!Oh! dedi Bayan Panuche, kesik kesik ve ellerini doğru yere yerleştirdi.
-Benim için fark etmez, dedi Orvert, ağırbaşlı bir edayla. Siz işinizi halledin, ben hiçbir şeyle igilenmiyorum.
-Eee, diye mırıldandı kapıcı kadın, soğukkanlılığını kaybetmeden. Bay Lerond sizden daha sevecen. Oysa sizinle, bütün işi üstlenmek gerekiyor.
-Bakın, henüz yeni uyandım... Ben alışık değilim.
-Size göstereceğim, dedi kapıcı kadın.
Sonra öyle şeyler oldu ki, Nuh'un, Salammbo'nun ve Tanit'in tülünün sefaletini bir kemanın içine attığımız gibi, bunların üzerine de zavallı dünyanın harmanisini atsak daha iyi olur.

Orvert odadan oldukça canlı çıktı. Dışarıya kulak kabarttı... Arabaların gürültüsü: işte eksik olan buydu. Ama sayısız şarkı yükseliyordu. Her yerden kahkahalar yayılıyordu.

Aklı bir karış havada, yolda ilerledi. Kulakları böylesine derin bir ses ufkuna alışık olmadığı için biraz bocalıyorlardı. Yüksek sesle düşündüğünü fark etti.
-Aman tanrım, dedi. Afrodizyak bir sis!
Görüldüğü gibi, söz konusu düşünceler pek değişmiyordu. Ama insanın kendini on bir gün uyuyup; laubali ve genelleşmiş bir çeşit zehirlenmeyle, içinden çıkılmaz bir hal alan tam bir karanlık içinde uyanmış, şişman ve yaşlı kapıcısının dik ve iri göğüslü bir Valkür'e, beklenmedik zevklerle bir mağaranın gözü dönmüş Kirke'sine dönüştüğünü gören bir adamın yarine koymalı.
-Kahretsin! dedi Orvert, düşüncesini belirtmek için.
Birden sokağın tam orta yerinde ayakta olduğunu fark ederek korktu ve yüz metre boyunca yatay çıkıntısının izlediği duvara kadar geriledi. Orası, fırındı. Daha önce uygulamaya geçirdiği sağlık bilgisi, kayda değer her bedensel etkinlikten sonra bir besin alması gerektiğini buyuruyordu ona; küçük bir ekmek yemek için içeri girdi.
Dükkanda büyük bir gürültü vardı.

Orvert biraz önyargılı bir adamdı, kadın fırıncının her erkek müşteriden, erkek fırıncının da her kadın müşteriden ısrarla ne istediğini anladığında, saçlarının diken diken olduğunu hissetti.
-Eğer size bir kiloluk bir ekmek verirsem, dedi fırıncı kadın, karşılığında ona uygun boyutu isteme hakkım var, kör olası!
-Ama bayan, diye karşı çıktı, küçük bir ihtiyarın sivri organı. Orvert onun köprünün sonundaki yaşlı orgcu Bay Curepipe olduğunu anladı... Ama Bayan...
-Bir de burgulu org çalıyorsunuz! dedi fırıncı kadın...
Bay Curepipe kızdı.
-Size orgumu yollarım, dedi gururla ve çıkışa doğru yöneldi ama Orvert oradaydı ve şok soluğunu kesti.
-Sıradaki, diye ciyak ciyak bağırdı fırıncı kadın.
-Bir ekmek istiyorum, dedi Orvert güçlükle, midesini ovuşturarak.
-Bay Orvert için iki kiloluk bir ekmek, diye bağırdı fırıncı kadın.
-Hayır! Hayır! diye inledi Orvert. Küçük bir ekmek.
-Hayır, dedi fırıncı kadın.
Ve kocasına seslenerek:
-Lucien, şununla ilgileniver, dersini alsın.
Orvert'in saçları diken diken oldu, son sürat kaçtı ve tam vitrin camının ortasına çarptı. Cam dayandı.

Orvert turunu tamamladı ve sonunda dışarı çıkabildi. İçerde rezalet devam ediyordu. Çırak, çocuklarla ilgileniyordu.
-Vay anasına, diye homurdandı Orvert kaldırımda. Ya ben seçiciysem? Karıdaki de surat olsa...

Köprüden sonraki pastaneyi anımsadı. Hizmet eden kız on yedi yaşındaydı, ağzı kalp biçimindeydi ve işlemeli bir önlüğü vardı... Belki, artık sadece önlüğü giyiyordu...

Boris Vian - Kurtadam


Aşkın Gözü Kördür II

II
Orvert Latuile, on üç ağustos günü, üç yüz saatlik bir uykundan uyandı; biraz ağır bir sarhoşluktan ayılıyordu ve önce kör olduğunu sandı; kendisine ikram edilen alkollerin hakkını iyice vermek demek oluyordu bu. Geceydi, ama farklı bir gece; çünkü gözleri açık olduğu halde, elektrik lambasının ışık demeti gözleri kapalıyken, gözlerine düştüğünde hissettiği duyguyu algılıyordu. Sakar bir el hareketiyle, radyonun düğmesini araladı. Radyo çalışıyordu ve onu bir ölçüde aydınlattı.

Spikerin palavralarına kulak asmadı. Orvert Latuile düşündü, göbek deliğini kaşıdı ve tırnağını koklayınca bir banyoyu hak ettiğine inandı ama Nuh'un harmanisinin Nuh üstüne, ya da sefaletin zavallı dünya üzerine, Tanit'in tülünün Salammbo üzerine, bir kedinin kemanın içine atılması gibi, her şeyin üzerinde yayılmış bu sisin rahatlığı ona banyo yapmanın gereksiz olduğu kararını aldırdı. Zaten sisin, hoş bir veremli kayısı kokusu vardı ve insanlarda kalan pis kokuları öldürmesi gerekiyordu. Dahası, sesler ve gürültüler, bu pamuksu astarla gizlenerek, aynı anda bir el arabasının kolunun üzerine talihsizce düşünce, delinen damağı dövülmüş gümüşten protezle değiştirilen bir lirik sopranonun berrak ve beyaz sesi gibi garip bir tını taşıyorlardı.

İlkin Orvert zihnindeki tüm sorunları defetti, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya karar verdi. Sonuçta herhangi bir güçlükle karşılaşmadan giyindi, çünkü giysileri her zamanki yerlerindeydiler; yani bazıları iskemlenin üzerinde, diğerleri yatağın altında, çoraplar ayakkabıların içinde, ayakkabının teki bir vazonun, diğeri de oturağın içindeydi.
-Hay allah, dedi kendi kendine, şu sis ne garip birşey.
Fazla özgün olmayan bu düşünce, olayı sadece saptanmış şeyler kategorisine sokarak, Orvert'i yersiz bir övünçten, günlük coşkudan, üzüntüden ve kara hüzünden kurtardı. Ama yavaş yavaş cesaretleniyordu ve bu alışılmamış duruma, bazı insanca deneyler tasarlayacak kadar alışıyordu.
-Kapıcı kadına iniyorum ve pantolonumun dükkanını açık bırakıyorum. Göreceğiz bakalım, sis mi var, yoksa sorun benim gözlerim mi?
Çünkü Fransız'ın kuşkucu aklı, sis görüşünü engelleyecek kadar yoğun olsa bile, onu yoğun bir sisin varlığından şüphe etmeye iter ve onu bir garipliğin olduğuna inandırmak için, kararını yönlendirebilecek olan, radyoda söylenen şeyler olmaz. Radyodakilerin hepsi sersem.
-Çıkarıyorum dışarı ve aşağı böyle iniyorum.
Dışarı çıkarttı ve öylece indi. Hayatında ilk kez, ilk basamağın çatırtısını, ikincisinin çıtırtısını, dördüncüsünün patırtısını, yedincisinin hırıltısını, onuncusunun tıkırtısını, on dördüncüsünün kıtırtısını, on yedincisinin gıcırtısını, yirmi ikincisinin zırıltısını ve sondaki desteğinden kurtulmuş prinç trabzanın kakırtısını fark etti.

Duvara tutunarak çıkan birinin yanından geçti.
-Kim o? dedi, durarak.
-Lerond! diye cevapladı Bay Lerond, karşıdaki kiracı.
-Merhaba. Ben Latuile.
Elini uzattı ve şaşkınlıkla hemen bıraktığı sert bir şeyle karşılaştı. Lerond sıkıntıyla güldü.
-Affedersiniz, dedi, ama hiçbir şey görünmüyor ve bu sis cehennem sıcağı gibi.
-Doğru.
Açık dükkanını düşünerek ve Lerond'un da aynı şeyi düşünmuş olduğunu fark ederek alındı.
-Haydi, görüşmek üzere, dedi Lerond.
-Görüşmek üzere, dedi Orvert, sinsice kemerinin üç deliğini açtı...


Boris Vian - Kurtadam

Aşkın Gözü Kördür I

I

Beş ağustos, saat sekizde şehri sis kaplıyordu. Hafif sis, solunumu hiç rahatsız etmiyordu ve son derece yoğun bir görünümü vadı, ayrıca iyice maviye çalıyordu.

Birbirine paralel tabakalar haline çöktü; önce yerden yirmi santimetre yükseklikte kümelendi ve insanlar ayaklarını görmeden yürüdüler. Saint-Braquemart sokağı 22 numarada oturan bir kadın, evine gireceği sırada anahtarını düşürdü, bulamadı. Biri bebek olmak üzere altı kişi yardımına koştu; bu arada ikinci tabaka çöktü ve anahtar bulundu ama biberondan kurtulmak, evliliğin, yerleşik düzenin dingin sevinçlerini tanımak için sabırsızlanan bebek, meteo örtüsünü bahane ederek tüymüştü. Böylece, bin üç yüz altmış iki anahtar ve on dört köpek, sabahın ilk saatlerinde kayboldu. Oltalarına taktıkları mantarları kollamaktan bıkan balıkçılar, çıldırıp ava çıktılar.

Sis, yokuşlu sokakların aşağılarında ve çukurlarda kayda değer bir yoğunlukta yığılmış, hava deliklerinden ve lağımlardan uzun oluklar halinde sızıyordu. Sis, metro koridorlarını istila etti, metro ise, sütü andıran dalga, kırmızı ışıkların seviyesine ulaştığında durdu; ama o sırada üçüncü tabaka çökmüştü bile ve dışarda insanlar dizlerine kadar çıkan, beyaz bir gecenin içinde yıkanıyorlardı.

Yukarı mahallenin sakinleri, şanslı olduklarını sanarak nehrin kıyısındakilerle alay ettiler, ama bir haftanın sonunda barıştılar, aynı şekilde odalarındaki mobilyalara çarpabilir olmuşlardı; sis artık en yüksek yapıların tepelerine oturmuştu. Her ne kadar, külenin küçük çan kulesi gözden yitmekte sonuncu olsa da, düzeni altüst eden bu yoğun karmaşıklığın karşı konulmaz yükselişi,sonuçta onu da içine çekmişti...

Boris Vian - Kurtadam
x/..

Cuma, Kasım 25, 2005

Şehirlerarası I *

x/..

Katilsin.

Kramatorsk yolunun en sol şeridinde arabadasın, bastığın gaz pedalı arabaya batıyor. Araba bağırıyor, sen basıyorsun… Sen bastıkça o biraz daha bağırıyor, bu iş hoşuna gidiyor. Siyah göz bebeklerin yavaş yavaş koyu kızıla dönüşürken dikiz aynasından arkandaki sonsuz şeritli boş yolu görebiliyorsun. İşte yine yoldasın, umursamıyorsun, ilk kez olmuyor bu. Arkanda bıraktın oyma ve boşaltma işlemini yaparken kullandığın bıçağı, çıkardığın şey ona saplı bir vaziyette, hala sıcak, hala atıyor. Boş bir göğüsle verandada yatan kurbanın, içinde tutacak resmi olmayan bir çerçeve gibi manasız. “İçinde köşesi kıvrılmış, nemden ve uzun süreli kötü muameleden rengi sararmış bir fotoğraf olmasından daha iyiydi bu.” diye karşı çıkıyorsun vicdanına. O seni dinlemiyor. Sen konuştukça gözlerini kaçırıyor, seni dinlemediğini belli etmek, artık susmanı istediğini göstermek için göğüs kafesine birbiri ardına binlerce yumruk indiriyor. Yumrukların sende yaptığı etki, sabah kalktığında yaktığın ilk sigaranın tazelenmiş ve oksijene muhtaç ciğerlerinin üst kısmında yaptığı etkiden farksız. Aniden asılıyorsun frene. Duruş mesafesi 35 metre…

Açık camdan içeriye yanmış tekerlek ve balata kokuları giriyor. Flaşlar patlıyor kafanın içinde, patlayan her flaş başka bir fotoğrafı çekip alıyor geçmişten, ve atıyor kapalı gözlerinle gözkapaklarının arasına. Yolun yan tarafında koca bir tabela Kramatorsk’a bir saat on beş dakika kaldığını belirtiyor. Yolun karşısında ise aynı tabelanın Kremenchuk ile alakalı olanı bulunuyor, ibare aynı, bir saat on beş dakika, ama sen, sana doğru bakan diğer tabelayla ilgilendiğin için bunu fark etmiyorsun. Kremenchuk ile ilgili olan tabela kırılıyor bu duruma, ve kısalarak kayboluyor. Bir flaş daha patlıyor, göğsünde hala hissedebildiğin bir baskıyla son flaşın gözlerinin önüne getirdiği sahneyi inceliyorsun. Sen, o, orası… Turuncu bir oda, sönmek üzere olan birkaç mum. Elinde fotoğraf makinesiyle dikiliyorsun. Arabanın içindeki parmağınla hayalinin içindeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmaya çalışıyorsun, olmuyor. Hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette arabanın kavrama noktasını bulmaya çalışıyorsun. Araba bağırıyor, seni üstünden atmak istercesine silkeliyor, sonra kaymak misali altında uzanan yolda bir inşaat işçisinin margarin üzerinde bulduğu, ve çekerek aldığı uzun bir saç teli gibi ilerlemeye başlıyor…

x/..

M. Harun AKGÜN

Edebiyatta Ölüm ve İntihar - Hiç -

Müslüm Yücel'den yaptığım alıntının ikinci kısmı.(ilk kısım) Burada bir miktar yaşamın saçmalığına değinmiş, edebiyattan örnekler sunmuş. Sunulan örnekler de mutlaka okunması gereken kitaplar. Buyrun, okuyun...

"Zaman seninle alay ediyor. Varolmak, hiçliğin içine düşmekle aynı anlama geliyor. Bütün dinlerden ayrıldın. Bütün tanrılar sana küskün. Akılsız bir deliden geceleri tanrıya isyan etmenin yollarını soruyorsun. Deli sen konuşunca yüzünü gizliyor, olanca sesiyle bağırıyor: İsyan boyun eğmektir ve dünya Plath'ın, Sırça Fanus'ta söylediği gibidir. Sırça Fanus içinde bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düşten başka birşey değildir ve kendimizi uyandıracak iğnelere de sahip değiliz. Beckett'ın kahramanı Hamm geliyor: "Tanrı kalleşin teki! Öyle biri yok" diyor. Hayatın kıyısında çeşitli renkler var, biliyorsun; her şeyi görmenin verdiği acı, yalnızca mutlu görünme formülü... Kendine karşı korkunç bir ikiyüzlülükle karşı karşıyasın. Daima bir şimdi'yi düşün diyorlar, popüler zevkler edin, yaşayanların kanı yeni bir toplum için iyi bir gübredir ve kurukafalardan oluşan piramitlerin üzerinde duran kişi, daha uzakları görebilir. Böyle diyorlar. Neyin bittiğini bilmeden, bitti diyoruz; neyin başladığını bilmeden başladı diyoruz. Her şeye hakim olan insan, kendine hakim değil. Kendi yarattığı boşlukta bir kayıp insan. İnsanlık ve dünya bu kayıpların ürünü. Herkes uyanık olmak zorunda, uyku yok. Çünkü kendinden başlayarak, herkes güvensizlik içinde. Sırtımızı dayayıp uyuduğumz insan bizi tedirgin ediyor. Ağzımız 'acaba'larla dolu, 'belki'ler tek yardımcımız. Birinden aldığımız bir şeyi, bir başkasına çok ucuza satabiliyoruz. Duygular, düşünceler mevcut piyasa içinde sürekli müşteri arıyor. Her şeyimiz satılık. Oysa ki sen gece boyunca bir rüyadan bir rüyaya geçip duruyorsun Sabah uyandığın zaman sırtın sırılsıklam. Anlamsız bir düzensizlik baktığın her şeye hakim, ruhun artık bildiklerinin kadavrası. Kafa yok, ağız var...

... Bir çember çiziyor film: Başladığı yer, aynı zamanda bittiği yer. Çemberin üzerinde yol alırken, kapsadığı dairedeyiz. O değirmi alan dünyanın tıpkı basımı: Oyunlar şüpheler, rastlantı ve elden sıvışıp gitmiş sevdalar, namluya sürülmüş mermi ve kaçmalar ve her şeyin dibinde: Yangın: Kıyamet. Deli gömleğiyle bitiyor film: Yeryüzünde olup bitenlerin bedelini ödemeyi üstlenenler yok mudur?"

(Edebiyatta Ölüm ve İntahar - Müslüm Yücel)

./..

Edebiyatta Ölüm ve İntihar - Aşk -

Müslüm Yücel... Geç fark ettiğim bir edebiyatçı. Yazıları ilgi çekici. Kitabının küçük bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum...

"Dinlerin en ucuzudur aşk. Aşk ve din arasında kadının aldığı rol peygamberliktir. Kul ve aşka inanacak olansa erkek. Kimsenin yapabileceği birşey yoktur. Çünkü aşk stratejisini insan ancak aşık olmadığı zaman kullanabilir. Aşık olduktan sonra bütün stratejiler kadının lehindedir. Kadın aldatacaktır. Nasıl? Aldatmaya başladığı an kadının yaptığı ilk iş erkeği kendi çevresinin dışına çıkartmaktır, onu gülünç duruma sokmaktır. Kadın arkadaşlarıyla bunun keyfini yaşar, nasılsa bir aptal hala onu sevdiğini söylemektedir. Hatta karşılaşma anında bir tebessüm yayılır, içten bir gülümsemenin, birazdan kahkaha olacağı bellidir. "Herkesin bir korkusu vardır, ahmak olmaktansa kalleş olmak." Kadınlar asla ahmak olmazlar ve kadının öğreteceği an büyük sanat, şudur, sana açıkgözlü olmayı öğretecektir. "Bir kadın yüz kadından daha fazlasını öğretir" hem de.

Ve Gerçek;
"Sana gelmek için başka adamı bırakıp kaçan kadın, bir başkası için de seni bırakıp kaçacaktır. Seni büyülemek için ne yapıyorsa, senin yerine bir başkasını büyülemek için de yapacaktır."

Diyelim ki kadın sevdi ve sevdiği uzakta. Böylesi zamanlarda kadınlar kadınlarla dertleşmezler, bir erkek bulup dertleşirler; sevgililerini ne kadar çok sevdiklerini anlatırlar, erkek bu sevgiden etkilenip bir şeyler imaya kalktığı zaman kadın incinir, ama adam bakışlarını denetlemeye daha dikkatli davranmaya başladığı andan itibaren bu sefer kadın daha fazla incinir.

Buna reğmen kadınlar hiçbir zaman baş kişi değillerdir, her zaman başkalarının gözüyle görülen kişilerdir. Çünkü kadınlar için güzel olmak bir ödevdir.

Aşk hallerinde erkek olmak tehlikelidir. Aşkta bir erkek kadınlaştığı oranda mutluluk sağlanabilir, gerisi laftır. Toplum ödlek kelimesini icat etmiştir ve bu icat erkeğin imajı haline gelmiştir. Kahraman ve cesur imgeleri yine erkeğe yüklenmiştir. Yok böyle bir şey. Aşkta kahramanlık ve cesaret boynuzlanmayı kabul etmektir. Kadın erkeği entelleştirirken, kendisi maçoyu oynar ve erkek bu maçoyu fark ettiğinde yeni bir sıfat kazanır:Enayi.

Bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda bir insan yıkıntısıyla karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Ama bir kadın, eğer budala değilse eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi. Çünkü kadın "düşman bir ırktır, Almanlar gibi."

Ve Erkek.
Erkek ne zaman aşıktır? Sevdiği kadını iç çamaşırından kıskandığı zaman..."

(Edebiyatta Ölüm ve İntahar - Müslüm Yücel)

Aynı kitaptan ilgi çekici bulduğum birkaç kısımı daha eklemeyi düşünüyorum. Tek amacım, daha önce fark etmediyseniz bu edebiyat insanını, ve kitaplarını daha fazla tanımanızı sağlamak.

./..

Salı, Kasım 22, 2005

Sıradan Bir Gece Masalı *

Odamda yalnız başıma, uğuldayan bir mağaranın korkunç sessizliğini dinlercesine rahatsız oluyorum.

Duvarlar birbirleriyle konuşurken alabildiğine mutlu fotoğrafın çekiyor dikkatimi. Ay kadar beyaz yüzünü gösteren, bir kahverengi çerçevenin sınırlarını çizdiği, siyah beyaz bir fotoğrafın bu. Bir bebeğin gözleriyle bakıyorsun bana, uykudan uyanmış gibi kısık, yorucu bir gece geçirmiş gibi şiş. İşlevselliği hiç düşünülmeden sadece estetik kaygılarla yerleştirilmiş sanatsal yüzündeki her parça.

Gözlerini korumuyor kirpiklerin ve kaşların. Sadece mükemmeli oluşturmak için gelmişler bir araya. Elmacık kemiklerinin üzerinde toplanan narin yüz kasların, ince ve fotoğrafta cansız bir griyle amatörce taklit edilen dudaklarının köşelerini yukarıya çekmiş. Çenenin pürüzsüzlüğüne delicesine, en az benim kadar bağlı olan alt dudağın biraz aşağıya kaymış, sadece bu gülümsemeye dişlerini de ortak ederek sanatsal hazzı had safhaya ulaştırmak için. Kulağının yan tarafına gelmiş sağ elin. Kazağın, parmaklarının ikinci boğumuna kadar kıskanmış kolunu, kapatmış korur, kollar ve onunla sevişir gibi.

"Zamanın eğri çarkından kurtulmak ve yine aynı zamanın oluşturduğu inanılmaz boşlukta özgürce seyahat etmek mümkün olsaydı" diyorum “giderdim o ana, tekrar görebilmek için hazin gerçeği".

Fotoğrafına bakmaya devam ediyorum, cıva gibi ağırlaşan ve beni yatağıma mıhlayan akşamın çöküşünde. Yüzünü sadece yazdığı kitabın tanıtımında gördüğüm bir adam çıkıyor kitaplığımdaki aralıktan "...tek kurtuluş var, o da ölüm. Ölümü düşünen biri için ölmek değil, düşünüp de bunu yapamamaktır en büyük acı." diye fısıldıyor kulağıma. Hiç bir düşünce dindirmiyor yası, hiç biri yok edemiyor fiziki olarak değil ama fiilen ölenlerin ızdırabını...

M. Harun AKGÜN