Perşembe, Temmuz 05, 2007

Aynı Nakarat

Sezon… Bulunduğum coğrafyada Mayıs ortasında başlayıp Kasım başında sona eren altı aylık süreç… Altı aylık doygunluk evresi. Ardından gelen, yılın geri kalan tüm zamanını kapsayan zevklerin yüzde doksanından tecrit olmuşluk, inzivaya çekilmişlik hissi yaratan kış aylarında koza öresi geliyor insanın. Ama değerler… Her evreninki kendine özgü.

Sezonun ortası…

Ne sıcaklık ne de çalışma saatleri umurumda. Önemsenecek değerler kapsamında değerlendirilen tek şey emeğin karşılığı varsayılan maddi semboller.

Her türlü değerin manasını yitirmesiyle oluşan boşluğun yerini uzaktaki sevgiliye duyulan özlem aldığında “sezon” kavramı yeni manalara erişiyor. Açıklamak çok zor.

Sevginin doğması için nasıl iki kişiye ihtiyaç varsa sevginin ölmesi için de iki kişiye ihtiyaç olduğunu kavrıyor insan. Mesafe kimi imkânları öldürürken içsel bağlılığı kamçılıyor.

Gelip geçen insanları izlerken aynen onlar gibi gelip geçme arzusu dolduruyor bedenimi.

Ben yazmaya çalışırken bir müşteri gelip soruyor;

“Ne kadar fotoğrafın tanesi?”

“On lira…”

Hayali bir kasetçaların hayali manyetosu hayali bir kasetin hayali bandındaki elektromanyetik veriyi okuyup hayali bir şarkıya çeviriyor. Hayali kolonlardan yayılan hayali ses dalgaları kulağıma ulaşıyor… Çalan parça Nazan Öncel’in Aynı Nakarat adlı nadide eseri…

Ankara ağzıyla şaşkınlığını dile getiren cümleler kuruyor kadın ama algılarım her potansiyel Türk müşteriden aynı şeyleri duyacağını bildiğinden kapatıyor kendilerini… Tolerans seviyem sıfırın altında…

Ben olsam ne yapardım diye soruyorum kendime… Cevabım çok basit… Almazdım fotoğraf, benim için lüks… Diyarbakır’da doğup büyümüş meydancı* arkadaşım Zafer ıstakozdan tiksinir, ben çok severim… Pırlanta satan bir kuyumcunun hedef kitlesi askeri ücretle çalışan Rüstem dayıyı kapsamaz. Rüstem dayı da elbette paçalı donuna elmas işletecek değil…

Bazı akşamlar bardan bozma fotoğraf tezgâhımda otururken mekânsal özlemler kavuruyor ruhumu. Onlarca insanın sigarasından çıkan dumanın kalınlaştırdığı sisin merkezinde tüm sorgulayıcı gözlerden gizlenip varımı yoğumu kumara yatırıp ve sonuna kadar kaybedip pişman olasım var.

Duman gizler. Bazen anne rahmi gibidir, ince, ılık ve mahrem…

Elli derece sıcakta pişmiş kaldırımlardan kalkan tozu solumaktansa prizde unutulmuş bir fişin kısa devre yapıp yangın çıkardığı bir sigara fabrikasından atmosfere salınan ölümcül dumanı teneffüs edip ölmeyi tercih edebilirim. Bu benim seçimim…

Dakikaların bozulmuş domates çorbası gibi yoğun bir kıvam alıp akmak bilmediği ancak günlerin yıldırım hızıyla ışıyıp yok olduğu bu paralel evrende yaşayan büyük göz, objektifinin arkasından gördüğü dünyaya mana vermeye çalışan umursamaz insan, postalları ne yapacağını bilmezlik bataklığına saplanmış elinde saniye başına üç hayali kurşun atan Nikon D70 tüfeğiyle şaşkın milis, ben, işte yine buradayım…

Sonsuz döngünün sırasını unuttuğum dandik bir evresi daha başladı. Mürekkebi kurumuş kalemimi emip yeniden yazmaya koyuldum.

Varım…

*Meydancı : Otellerde tüm ayak işlerini yapan, en az maaşı alan ekibin üyesi.