Pazartesi, Aralık 26, 2005

Bir Ay Devrildi

İyi kötü, site açıldığından beri tam bir ay geçti, temizlik vakti geldi çattı. Kendi yazdıklarım dışındaki eserleri sitenin kapsamından çıkarmaya karar verdim. Ne diyelim, hayırlısı olsun.

Küçük de bir sitem var içimde, keşke yorum yapsanız, paylaşsanız düşüncelerinizi. İyi veya kötü, bilsem sizlerin ne düşündüğünü.

Neyse olacak, o da olacak...

İkinci bir haberim var sizlere, uzun süre bu ücretsiz servis sağlayıcısını, yani blogspot.com'u, kullandık. Ancak artık kendi kendisini idare edebilen bir platforma taşınma zamanı geldi de geçiyor. İşte tam da bu sebeple yeni bir site tasarlamaya başladım. Herşey sıfırdan, herşey kendi emeğimiz ve göz nurumuzla olacak bundan sonra. Tabi yeni tasarıyı bir ay içinde bitirebilirsem.

Şimdiden hayırlı uğurlu ola...


M. Harun AKGÜN

Cumartesi, Aralık 24, 2005

Harikalar Diyarından Bir Cuma Kesiti*

Dün, akşam saatlerinde, bir grup kadın ve erkek her zaman gittiğim kafelerden birinde oturmuş sohbet etmekteydi.

Kadınlardan biri koynundan çıkarıp avuçlarına alarak uyumak istediği sıska kalbinden bahsetti, adamlardan biri onu onarcasına gülümseyip başka bir konuya geçti.

Kendisini yavru bir köpeğe benzettiğini söyledi, kadınlardan hiç biri bu benzetmeyi ilk aşamada anlayamadı, bu durumda adam açıklamaya başladı, “yavru köpekler” dedi, “sıcaklık ararlar, kalp atış sesi, bir ten dokunarak uyumak için, işte ben de öyleyim.” Tüm bunları söylerken çırılçıplak, beyaz bir çarşafın üzerine uzanmış eklim püklüm cenin pozisyonuna geçmiş ergin bir erkek geldi gözlerinin önüne, bu kendisiydi.

Kadınlar hep birlikte bu durumu anladıklarını belirtircesine gözlerini önlerine eğerek konuşmaya katılan başka bir kadını dinlemeye başladılar. Ancak aralarından bazıları benzetmeyi saçma bulurken bazıları konuşan adamın az sonra kendilerini taciz etmeye başlayacağından korkarak çekingen kaldılar. Aralarından biri, o konuşmaya başlayan kadın, tümünden farklı düşünüyordu, çünkü kendisinin iki adet yavru köpeği olmuştu geçmişte. Biri, anlattığına göre, ilk zamanlarda ailesinin eve almasını yasakladığı, geceleyin çaktırmadan odaya alındığında kadının karnında uyuyan yavru, diğeri ise, kadın küçükken amcasıyla birlikte dışarıda yattığı zamanlarda koynuna girip sıcaklığını hissederek huzur içinde uykuya dalan ikinci yavruydu. İşte onu tümellikten özelliğe iten, adam konuştuktan sonra söyleyecek söz bulabilmesini sağlayan da buydu.

Duvarların çıtırdamasına, saatin her zamankinden fazla acı çekip feryat figan içinde işlevini sürdürmesine neden olan kısa bir sessizlikten sonra konu değişti. Adamlardan biri acıdan bahsetti, onun merkezini çekim kuvveti olan bir gezegene benzettikten sonra karşısında oturmakta olan kadınların gözlerine odaklamaya çalıştı bakışlarını, zira bu konuyu daha ciddi olan safsatalar sınıfına sokacaktı. Elindeki sigara paketi bir anda acının merkezi olmuştu, onu masanın ortasına koydu, bu sefer küllüğü eline aldı, küllüğü atmosferin sınırına benzetti, ve göreceli bir biçimde sigara paketinden bir miktar uzağa yerleştirdi, böylece anlamlandıramayan bakışlar atıldığında olabildiğine manasız gözüken bir şema çıkarmıştı ortaya. Son olarak çakmağı aldı kadınlardan birinin elinden, bu acıya maruz kalan birey olacaktı. Çakmağı önce sigara paketinin etrafında döndürdü, atmosferin içinde yörüngeye girmiş bir gök cismi geldi gözlerinin önüne, çekimin burada çok yoğun olduğundan bahsetti, sonra yavaş yavaş sigara paketinden uzaklaştırdığı çakmağı kül tablasının bile ötesine götürdü. Çok zeki göründüğünü hissederek “gördün mü bak, çekim azalıyor” dedi ve ekledi “işte, acı da böyledir, merkezden uzaklaştıkça seni çekmez olur.” Son harfler ağzından çıkarken karşısındaki kadınların ilgisini çektiğini görerek haz duymaya başladı. O sırada, kadınlardan biri, adamın elinden aldığı, sigara paketinin etrafında yörüngesel hareketler yaptırarak konuyu pekiştirmeye çalıştığı çakmakla çok mutlu görünüyordu.

Bir adam, ki bu adam ne zaman bir müzik kutusunun cızırtılı sesini duysa ağlamak isterdi, gitmeleri gerektiğini hatırlattı, çünkü kadınların öyle istediğini düşünmekteydi. Kadınlar onu onadı. Her kadının koluna bir adam girdi, ancak adamlardan biri boşta kalmıştı. Üzüldü, ezildi ama söyleyecek hiç bir şey bulamadı. Birkaç adım arkadan takip etti önünde ilerlemekte olan çiftler topluluğunu. Ben, onları uzaklardan izlemekten yorulmuş gözler ve tanrısal duyum gücümle, elinden alınmış şekeriyle ortalarda kalan çocuklar gibiydim yine.


M. Harun AKGÜN

Cuma, Aralık 23, 2005

İçsel Hesaplaşmalar*

No 1 :
Yanılmışım.
No 2 :
Sık sık yanılmışım.
No 3 :
Yanılmış olduğum için mutluyum.

No 4 :
Birbirine olumsuz tecrübelerinden bahsedip elde edilen artı puanlardan bahsetmek, birbirine yaralarını gösterip yarış etmeye benziyormuş.

No 5 :
Tanıdığım insanları tanıdığım için mutsuz olduğumdan fazla mutlu oldum bugün.

No 6 :
Beklenmedik zamanlarda beklenmedik heyecanlar tatmalıymış insan yaşam düzleminde. Erken farketseymişim daha iyi olurmuş. Boşversene, iyi ki şimdi fark etmişim.

No 7 :
Kötü biri olabilirim. Tabi neye göre ve kime göre? Tabi ki kendime göre, kendimle hesaplaşıyorum burada!


...

M. Harun AKGÜN

Perşembe, Aralık 15, 2005

Ağrı Kesici*

İkinci kat kafe sıradan bir mekan, biz de sıradan insanlar… Ben, Emre ve onun daha önce hiç görmediğim iki arkadaşı oturmuş sıradan konuşmalar çevirmekteydik, maksat muhabbet. Akrep yelkovanı, yelkovansa akrebi sürekli kovalamaktaydı. En son yelkovana baktığımda akrebi saat 12:00’den beri dördüncüye yakalamış olmasına rağmen hala ısrar etmekte ve akrebin üstünde durmaktaydı… 4:20…

Bir garipliktir başlamıştı, ki bu gariplik soğuk bir şekilde hissettiriyordu kendisini, önce “hava biraz soğuk galiba” sesleri yükseldi arkadaşlardan, sonra “dondum be, burada ısıtma sistemi çalışmıyor herhalde” dedi Emre… Dışarıdan gelen, bir farenin duvarın içini oyarken, bir yılanın kuru yapraklar ve dallar arasında kıvrılırken çıkardığı ses gibi bir çıtırtı dikkatimi çekti. Tabii ki merak ettim ve cama yönelttim bakışlarımı. Hava o kadar soğumuştu ki, çok büyük bir gürültüyle koca bir bulut donup caddeye, yoldan geçmekte olan insanların ve arabaların üzerine düşmüştü aniden. Emre ile göz göze geldik, tam “Sende gördün mü? Lanet olası bulut insanları ezdi!” diyecekken fark ettim, ortamda benden başkası bu olayı görmemiş ve duymamıştı… Kimisi çaylarını yudumlamaya, kimisi ise satranç oynamaya, muhabbet etmeye devam ediyorlardı… Kelimeler düğümlendi boğazımda, bir anda dördüncü boyuta geçmiştim sanki, diğer insanlardan kopmuş hissettim kendimi… İnsanın iliğine işleyen soğuğu artık tüm bedenimde hissetmeye başlamıştım. Donup insanları ezen bulutun mantığını çözmeye çalışırken, tam yanımdaki camda oluşmaya başlayan buz örtüsüne ilişti gözüm. Cam 5 saniye içerisinde aşağıdan başlayarak yukarıya doğru tamamen dondu. Bu arada camın sağ üst köşesinde buzdan bir yazı belirdi “ -39 derece” ve kayboldu. Hangi harikalar diyarıydı burası? Soğuk iliklerime işlemişti ve o sırada oturduğumuz odanın tavanı köşelerden dışarıya doğru kıvrılmaya başladı. Soğuk büzüştürüyordu tavanı… Artık insanlara baktığımda gördüğüm şey az öncekinden çok daha farklıydı. Heykellerdi her biri, çok gerçekçi gözüken gri bedenli cam gözlü heykeller. Olaylar o kadar hızlı gelişmekteydi ki ben sesimi bile çıkartamıyordum, sanki ben de o cam gözlü heykeller gibi donmuştum soğuktan ama ben görebiliyor ve hissedebiliyordum. Sonra düşünmeye başladım, aklıma bir anda yıllar önce buzdolabına bir su şişesi koyarken annemin bana söyledikleri geldi… “Buzluğa dolu şişe koyma, koyarsan patlar”, sonra bu cümleleri Eskişehir’le özdeşleştirdim, şehrin altı sıcak su kaynaklarıyla doluydu ama dışarıdaki soğuk tahminimce onları da dondurmuştu… Donan suyun hacmi genişlemişti ve asfaltı zorlamaktaydı ve korkarım biraz sonra Eskişehir gökyüzünde olacaktı… Son bir hamleyle oynatabildim kafamı, güm diye vurdum önümdeki masaya…

Kafamı derin bir nefes alarak kaldırdım, odamda, yatağımdaydım. Camım açık kalmış ve camdan içeriye giren rüzgar perdemle dans etmekteydi, rüzgar perdemden sıkıldı, masamın üzerindeki fotoğraflara yöneldi, biraz onlarla oynadı havaya kaldırdı, aşağıya indirdi ve nihayet onardan da sıkılıp yere attı… Odam ilgisini çekmemişti ve kaybolup gitti. Küskün perdem hareketsizleşti. Dışarıda küçük bir fırtına vardı. Çakan şimşekler odamı aydınlatıyor ve bana az önce gördüğüm rüyayı unutturmaya çalışıyorlardı. Tuvalete doğru ilerledim, yüzümü yıkadım kafamı kaldırıp aynaya baktığımda bir anda ikinci kat kafede gördüğüm cam gözlü insanlar geldi aklıma. Midem bulandı kusmaya başladım…

Kafamı kaldırdım, cam gözlü insanlar geldi aklıma, aynaya baktım, yüzümü yıkadım yatağıma gidip kafamı yastığıma gömdüm.

Kafamı kaldırdım, önümde bir masa vardı yanımdaki cam donmuştu ve yukarıdan aşağıya çözülmeye başladı, çözülürken üzerindeki yazı dikkatimi çekti “-39 derece”. Camın çözülmesi yaklaşık 5 saniye sürdü. Çözülmekte olan buzlu cama bakarken yerden bir buz kütlesi havalandı ve altından insanlar, arabalar çıktı. Hava artık ısınmaya başlamıştı. Bulunduğum yerde Emre ve onun iki arkadaşı vardı. Daha önce onları görmemişim. Onlardan biri “önemli değil” dedi ve o önemli değil diyen arkadaşa, ağzımdan bir hap çıkarttım, teşekkür ederek uzattım. “Bende ağrı kesici var, al bunu yut çok sağlam” diyerek aldı ve çantasına koydu hapı, ben “Başım çok ağrıyor beyler, ağrı kesicisi olan var mı?” dedim en son…


Fikir :M. Harun AKGÜN - Emre CAĞATAY
Yazı :M. Harun AKGÜN
Yeniden Düzenleme :Baskabisi
(Geçen kıştan deneysel bir çalışma)

Pazar, Aralık 11, 2005

Ben Yazamıyorum*

Yazamıyorum. Mutlu muyum? Kafam karışık mı? Yoksa ne? Sanırım ben sadece yazamıyorum. Üzgünüm...

Çıkacak, yakın zamanda güzel işler çıkacak ve siz buradan göreceksiniz. Kafiyeye gebe, suyu geldi, ama kendi nerede?

M. Harun AKGÜN

Salı, Aralık 06, 2005

Kaçınılmaz *

Yazamamak mutlulukla doğru orantılıysa eğer,
Yazamamak mı yoksa mutsuzluk mu yaşamaya değer?

M. Harun AKGÜN

Pazar, Aralık 04, 2005

Kırıkmış O Pusula *

Elimde tutuyorum pusulamı, hoş kırık, tek bir yöne sabitlenmiş taşıyor beni ama o pusula benim pusulam. Gösterdiği yön Kuzey değil, Güney değil, yok yok Batı veya Doğu hiç değil. Umutsuzlukta kilitlenmiş. Olsun varsın, tüm yollar çıkmıyor muydu Roma'ya? Görelim bakalım neme ne birşeymiş beni Roma'da bekleyen.

Sen değilsin beni taşıyan sırtında, yada kaçan benden. Ben seni kovalamam ki... Ancak emir veren gönül oldu mu dayanamıyor insan, itaat kaçınılmaz oluyor bu gibi içsel durumlarda.

Durma diyorum sana, Durma! Koş, eğer varsa seni kovalayan, bunu hissediyorsan derinlerde ya da yetişceksen biryerlere, bekleniyorsan o yerlerde. Ama bekleme beni, sen başka kollara, başka yollara saparken, olmuyor bakamıyorum ben. Sen bakarken de ben, yapazdım zaten.

Kırık pusula elimde, kırık kalp göğsümde ilerliyorum geçmişten geleceğe. Ah olsan yanımda da görsen, ah görsen de anlasan neler düşünüyor insan. Bu acı benim acım. Kimse el etmesin, kimse dürtmesin parmağıyla. Bilirsin, saldırganım, tutamam kendimi sonra...


M. Harun AKGÜN

Cumartesi, Aralık 03, 2005

Pusula *

Seviyor seni bu adam.

Var mıdır hala bunda bir mana, diyorsun "bilmem" çeviriyorsun kafanı ufka "sorma!" Yapmam... Sormam... Sen hiç korkma.

Sağımda paslı bir geçmiş, solumda bulanık bir gelecek. ön yok, arkamda göt.

Geç oldu... Yatmak lazım yarın beni yine tatmin edemeyecek yeni bir rüyaya, yeni bir sensizliğe uyanmak için...

Şimdilik elveda, ölüyorum bugünlük, ha bu arada, sakın sen yokken olmuyor düşüncelerim de sanma. Aşk böyle birşey, çalışsan da kapatmaya şalteri, olmuyor, boşuna uğraşma...


M. Harun AKGÜN

Cuma, Aralık 02, 2005

Eşek Öldüren Güneşi *

Farkında değilsin, kimse değil. Ben? Ben bile değilim. Olamadım. Hayatımın en güzel, hayatımın en karmaşık, hayatımın en özel günleri sanırım geçti seninle. Haz duydum farkında olmadan her anımdan, her bakışından, her nefesimden senin kokunla dolu... Şimdi sigara dumanını çekiyorum içime, odamda bulunması eskiden sıradan olan senin kokun yerine.

Bakıyorum siyah beyaz hayata, bir damla yaş birikiyor gözümün çukurunda, tereddütle akamıyor aşağı, biriken yaşın oluşturduğu pirizmada kırılıyor ölgün ışık, gözümün içinde sahte renklerden oluşturuyor bir gökküşağı. Aynen hayaller gibi, boşuna?

Şiirsel saçmalıklar dökülüyor ağzımdan, yere çarpıp zıplayarak vucuduma saplanıyor keskin kelime uçları, çünkü onları benden başka fark eden, anlayan yok.

Hayatım kendini tekrar edip duran bir çember, sen o çemberi kaplayan varaktaki parıltı. Gözümü alıyorsun, gönlümü, benliğimi, beni...

Sen, ki sen değilsin artık, tırmanıyorsun merdivenleri, kapımın önündeki holde duruyorsun. Ayaklarının ucundaki beton kıpırdıyor, hareleniyor kırmızı, turuncu ,sarı ve mavi halkalarla. Halkalar yayılıyor apartmanda, renklendiriyor gri tonlarındaki tabanı, duvarları ve tavanı.

Merdivene koyuyorsun bir ayağını, dalgalanıyor tüm bina ritmik bir edayla, çözmeye başlıyorsun tüm gücüyle bacağını sarmış bağcıkları. Karıncalanıyor görüntü, kan basıncı artık had safada. Arkandaki duvarkağıdının ölü renkleri canlanıyor yavaş yavaş, bir orkide açılıyor bembeyaz taç yapraklarıyla, hemen altında birkaç papatya.

Şehvetli bir akdeniz kadını gibi kıvrılarak ulaşıyor kokun burnuma, iki cümle geçiyor aklımdan, "işte yine o, işte yine kadınım..." Tüm hayat canlanıyor, ilkbahar gibi yavaşça süzülüyorsun canımın çekirdeğine, çiçek açıyor, piç veriyor yüreğim.

Sonra kar başlıyor aniden, bencil rüzgar tüm süratiyle yolculuğa çıkıyor yeniden, yol olarak kullandığı yüreğimi, yeni çıkan sürgünlerimi umursamadan bır çırpıda eziyor. Şimdi dağlanmış kalbim ve ben, kalan son filizlerimle sarılmaya çalışıyorum hayata, çünkü odamdasın, çünkü yanımdasın... Acaba gerçek mi tüm bunlar? Olmaz... Olamaz... Kurmuyorum ki!


M. Harun AKGÜN