Pazar, Kasım 05, 2006

Vokal Anestezi

Küçük bir papatya nefes alıyordu. Bembeyaz taçyaprakları her nefeste açılarak ortalarındaki pamuksu sarı bölgeden gökyüzüne polen bulutçukları atıyordu. Yükselen polenler özgürlüğü yadsıyıp her seferinde tekrar aşağı, çiçeğin tam ortasına düşüyordu.

Şaşkın bir arı bir aşağı, bir yukarı zıplayıp duran polenleri kovalıyordu.

Rüzgâr, görünmez parmaklarıyla çimenleri okşamaya başlamıştı.

Güneş yorgun başını gri dağlara yaslamış, aydınlattığı coğrafyaya veda etmeye hazırlanıyordu.

Tüm bunlar olurken bilge bir çınar ağacı yapraklarından biriyle kavradığı bir çiğ taneciğini rahat ettirmeye çalışıyordu. Çiğ tanesinin şeffaf bedeninden görünen küçücük kalbi mükemmel bir ritimle büyüyüp küçülüyordu. Çınar ağacı, kocaman gövdesindeki milyonlarca sinir hücresi sayesinde, çiğ tanesinin kalp ritmini hissedebiliyor ve köklerini bu ritimde titreştirip vadinin göğsünü gıdıklıyordu. Bu hareketin oluşturduğu samimi dostluk havası vadiyi karşılık vermeye davet ediyordu.

Vadi, üzerinde yaşayanları memesinin ucundan fışkırttığı yeraltı suyuyla besliyordu.

Psikolojik sorunları olan bir örümcek ağına takılıp vefat eden bir kelebek için gözyaşı döküyordu. Gözünden çıkan yaşlar ağında damla damla birikiyor ve henüz uyuyamamış güneşin ışıkları sayesinde boy boy gökkuşakçıkları yaratıyordu.

Bir dut ağacı, yaralı yapraklarını kıtır kıtır yediği için, tombul bir tırtıla teşekkür ediyordu. Tırtıl, arkadaşlarından birinin örmeye çalıştığı ipekten kozaya özençle bakıyordu.

Aşırı olgunlaşmış bir dut, dünyayı dolaşmak için dut ağacından izin almaya çalışıyordu. Oradan geçmekte olan bir saksağan dutu duydu ve bu arzusunda ona yardımcı olmak için dut ağacına kondu. Bir lokmada midesine indirdiği aşırı olgunlaşmış dutla dünyanın kuzeyine ettiği göçe devam etmek üzere havalandı.

Bu mizanseni izleyen duygusal papatya diyaframında oluşan küçük bir hıçkırığı koyuverdi. Hıçkırığın gücüyle polenler her zamankinden fazla havalandı. Fırsattan istifade eden şaşkın arı üç beş poleni kapıp kovanına doğru yola çıktı. Havada asılı kalan polenlerin bir kısmını da rüzgâr kaptı. “Çam sakızı, çoban armağanı!” diyerek götürüp verdi onları pijamalarını giymiş güneşe.

Duygusallığı yüzünden polenlerinden olan kırılgan papatya kapattı yapraklarını. Asıl amacı kendi kendine sarılmaktı.

Ay dede gülümseyen yüzüyle ufkun diğer tarafından göründü. Ay ile Güneş’in arası her zaman limoniydi. Ay’ın geldiğini gören Güneş kafasını hemen dağlardan oluşan yorganının altına soktu. Bu çocukça tepkiye kıkırdadı nehir.

Bir parça polen çınar ağacının burnundan içeri süzüldü, muzipçe gıdıkladı ciğerlerini. Çınar ağacı hapşırdı. Hapşırığın gücüyle yapraktan kayan çiğ damlası toprağa düştü. Düşer düşmez de âşık oldu bir kum tanesine. Tutkulu bir sevişmedir başladı. Çamurdan bir çocuk yapmak için ikisi de kendini feda etti ve geriye kalan bahsi geçen çamurdan çocuk oldu.

Bu coğrafyayı mekân edinmiş tüm varlıklar çamurdan çocuğu gördü. Güneş bile göz atmak için çıkardı kafasını dağların ardından.

Ay dede dikkat kesildi, uğultulu sesiyle sordu; “Ne yapmalı? Hem öksüz, hem yetim yavrucak!”

Güneş kükredi; “Ne demek ne yapmalı! Tabii ki üstümüze düşeni!”

Papatya nefesini ve duygularını çıkarıp verdi çamura.
Arı vızıldayarak geri döndü kovanından, şaşkınlığını sundu çamura.
Rüzgâr eliyle vedalaştı, zira o el artık çamurundu.
Çınar sinir hücreleri ile bilgeliğini takdim etti, vadi tüm samimiyetini uzattı çamura doğru.
Örümcek hüznünü verdi, dut ağacı memnuniyetini.
Tırtıl hırsından oldu, saksağan fırsatçılığından, nehir ise mutluluğundan. Artık çamurdu hepsinin sahibi.
Ay ruhunu üfledi.
Son olarak Güneş uygun kıvama gelene kadar kuruttu çamuru.

Çamur artık iki ayağının üzerinde dikilmiş şaşkın gözlerle vücuduna bakıyordu.

Ve işte ilk insan böyle oluştu… Ya da ben Latenight Alumni’nin Empty Streets adlı parçasından yayılan vokal anestezinin etkisiyle halüsinasyon görüyordum…

Manet Amnes Una Nox II

BÖLÜM III

Silahın patlamasından on saniye önce;

“Özür dilerim” diye yakındı Blanche, bir hıçkırığın gücüyle sıçradı.


Kristal kadeh hala çınlamaktaydı. Gloïre damlayan musluktan gelen tek düze sesin ne kadar da hoş bir ritim oluşturduğunu düşünüyordu. Milisaniyeler bir anda önem kazanmıştı. Boş boş oturarak geçirdiği tüm zamana lanet okudu. Ama artık tersini yapmak için ne vakti ne de kudreti vardı. Oturduğu yerde kanarken bir bir pişman oldu çoğu geçmiş eyleminden. Oturmuş kanıyordu, ne söylenebilirdi ki? Ölümün soğuk nefesi ilk defa kulağına vuruyordu ve her nasılsa bu durumdan derin bir haz duyuyordu.

Ölüm kadında beden bulmuştu ve sanki kulağının arkasında iç gıcıklayıcı soluğunu bırakıyordu.

Kuşkusuz ölüm kadın olmalıydı. İlk öldürdüğü insan da zaten kadındı. Çıplak ellerini kullanmıştı onu boğmak için. Parmaklarının arasında birbirinden ayrılan omurları hissedene ve hatta kadının nefes borusu kıtırdayarak kendi içine gömülene kadar sıkmıştı boynunu.

Eski karısıydı. Başka bir herifle birlikte olduğunu duyunca karar vermişti onu öldürmeye. Ölü gözleriyle tavana bakan kadın çırılçıplaktı. Can havliyle verdiği mücadelenin kalıntıları olan ter damlacıkları göğüslerinin arasını sırılsıklam yapmıştı. Kadın ölmüştü ama halen terliyordu. Birkaç damla daha çıkmıştı derisinin gözeneklerinden ve göğsünün yanından aşağı süzülüp açık mavi çarşaf üzerinde koyu mavi bir nokta bırakmıştı. Son bir titreme kasının tüm vücudunu ayaklarından başlayıp kulaklarına kadar kat etmişti.

Gloïre şoktaydı.

Çırılçıplak vaziyette odanın köşesinde yere oturmuş, kafası ellerinin arasında kadının ölü bedenini izliyordu. Cesedin ne kadar da seksi göründüğünü düşündü. Bu fikrin sapkınlığıyla düşüncelere boğulmuş bir halde kanıtları yok etmek için apartmanı kundakladığında bunun son cinayeti olmadığını biliyordu.

İşlediği bu cinayet için cezalandırılmaktan bir şekilde kurtulmuştu. Ancak öldürme içgüdüsü artık ortaya çıkmıştı ve bir kez ortaya çıktığında bu içgüdüyü bastırmanın hiçbir yolu yoktu. Bunu zamanla öğrenmişti.


Ama işte, şimdi sol göğsünden fışkıran kan tüm kolunu izleyip parmaklarının arasından füme kumaş pantolonuna akıyordu. Oda daraldıkça daraldı. Blanche’ın bir metre uzağında tuttuğu silah sanki alnına değiyordu.

Gloïre hala namlunun içine bakıyordu.

BÖLÜM IV

Silahın patlamasından dört saniye önce;


Blanche titreyen eline baktı. Her şey buğulu bir camın arkasında gibi gözüküyordu. Öz babası gözlerinin önünde cayır cayır yanarken de buna benzer bir his kaplamıştı içini. Blanche anestezi teknisyeniydi. Hastanede her gün birilerinin hayatını kurtarıyordu fakat babasını yangından kurtarmayı başaramamıştı.

O gün işten döndüğünde tüm sokağı koyu kızıla boyayan ışık oyunlarıyla apartmanını yalayan alevlerle karşılaşmıştı. Babası beşinci katın balkonunda yardım çığlıkları atıyordu. On bilemedin on beş kişilik bir izleyici topluluğu çaresizce adamın son saniyelerini izliyordu.

“Lanet olsun!” dedi kalabalıktan biri; “nerede kaldı bu itfaiye!”
“Olamaz!” dedi bir başkası; “adamcağız tutuştu!”

Bunlar olurken Blanche insanların tüm engellemelerine karşın apartmana dalmıştı. Aklında tek bir hedef vardı; babasını kurtarmak. İlk iki katı yıldırım hızıyla tırmanmıştı fakat duman daha fazla geçit vermiyordu. Kafasının arkasından tüm vücuduna yayılan bir rahatlama hissediyordu ve sonunda kendini bu rahatlamanın derin huzuruna bıraktı. Kendinden geçmişti.

Gözlerini açtığında tanımadığı bir adamın kucağında sokağın ortasında duruyordu. Adam gözbebeklerine hapsolmuş büyük bir suçluluk duygusuyla gözlerinin içine bakıyordu.

“Üzgünüm. Çok üzgünüm!” diyerek onu kaldırıma oturttu. Blanche çökmeye başlamış binaya baktı. Babasından geriye kalanlar beşinci katın balkon korkulukları arkasında bir mum gibi yanarak küçülüyordu.

On hanelik bu ateş topundan tek sağ kurtulan Blanche’ı kurtaran adamdı ve kendini kurtarmaya çalışırken merdivenlerde bulduğu Blanche’ı da hayata döndürmüştü.

Blanche’ın tüm vücudu titriyordu. Onu kurtaran adam, kuru kalabalık ve yanan bina buğulu bir camın arkasındaki siluetler gibiydi.


Tüm oda koyu kızıla bürünmüştü. Gloïre karşısında tir tir titriyordu.

BÖLÜM V

Silahın patlamasından iki saniye önce;

“Ne kadar uğraşırsan uğraş, kendini kurbanının yerine koyamazsın” dedi Gloïre. Tüm vücudu karıncalanıyordu.

...
“Neden” diye geçirdi içinden Gloïre. Acaba neden yemişti bu kurşunu ve Blanche neden hala silahı alnına doğrultmuş bir vaziyette karşısında duruyordu.

İlk karşılaştıkları gün Blanche’ın hayatını kurtarmıştı, aradan geçen zamanda arkadaşlıktan dostluğa uzanan bir ilişki temposu yakalamışlardı. Şimdi ise kadın karşısında, elinde Gloïre’ın sonunu hazırlayacak olan silahı tutuyordu.

“İlk tanıştığımız gün!” diye geçirdi içinden Gloïre ve o an fark etti. O gün ilk cinayetini işlemişti…
...

Tüm hıçkırık ve iç çekişler arasından duyulan Blanche’ın sesi hep aynı şeyi tekrarlıyordu; “özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”

Namludan çıkan kurşunun alnına doğru geldiğini gören Gloïre “Problem değil” demek için biraz geç kaldığını fark etti.

BÖLÜM VI

Silahın patlamasından hemen sonra;

Silahın içinde oluşan şok dalgası Blanche’ın güçsüz kolunu geriye attı. Kolundan tüm vücuduna yayılan bu dışsal kuvvet, dermansız dizlerini bir anda çözüp yere çökmesine neden oldu. Elinden kurtulan silah yerdeki kan birikintisinin içine düştü. Düşüşün etkisiyle etrafa sıçrayan kan Blanche’ın solgun bacaklarından aşağı süzülüyordu.

Gloïre’ın cansız bedeni sandalyeden aşağı düştü. Kafasından çıkan kan tüm döşemeye yayılıyordu.

Blanche ayağa kalktı. Robot adımlarla banyoya ilerledi ve musluğu açtı. Bacaklarını yıkamak için lavaboyu kullanacaktı fakat lavabo yüksek olduğundan üzerinde dikilecek bir şeyler bulması gerekiyordu. Etrafına bakındı. Hemen arkasındaki çuvalları fark etti. Üst üste istiflenmiş altı adet çuval vardı. En üsttekini kavradı. Çuvalın üstünde kocaman harflerle GÜBRE yazıyordu. “Şaka mı bu?” diye geçirdi içinden. En yakın tarım alanından kilometrelerce uzaktaki metropolün merkezindeki bir evde kim, hangi amaçla bu kadar gübre bulundururdu ki? Tüm bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Bir an önce temizlenip buradan çıkmak istiyordu. Çuvalı çekiştirerek olduğu yerden aşağı aldı. Aşağı yukarı yirmi beş kilo gelen çuvalı istediği yere koyması için sürüklemesi gerekiyordu. Bitkin kasları işi zorlaştırıyordu.

Tam o sırada dirseği çamaşır makinesinin üzerindeki şişelerden birine çarptı. Şişe devrilmişti. Yavaş yavaş yuvarlanarak çamaşır makinesinin kenarına kadar geldiğinde Blanche şişenin üzerindeki yazıyı fark etti. “Nitro Metan”

Donup kalan Blanche kendisini bir anda nahoş bir hatıranın pençesinde buldu.
...
Bir kafede Gloïre’la çay içip sohbet ediyorlardı. Bu arada televizyon bir bankanın önüne bırakılan arabada patlayıp onlarca can alan bombanın haberini veriyordu. Bomba koca banka binasının kuzey cephesini olduğu gibi yıkmıştı. Tüm cadde bir baştan bir başa savaş alanına dönmüştü.

Muhabir “El yapımı” demişti arabada patlayan bomba için.

“Bir insan nasıl olur da böyle bir şey yapar?”diye sormuştu Blanche Gloïre’a.

“Basit” demişti Gloïre. “Birkaç kilo amonyum nitrat ve biraz da nitro metan’la”

Kendini tutamamıştı Gloïre, Anlattıkça anlatmıştı.

“Sıvı haldeki nitro metan amonyum nitratla buluştuğu anda tüm karışım genleşir ve ortaya bir şok dalgası çıkarır. Bu şok dalgası saatte bin dokuz yüz altmış kilometre asgari hızla etrafa yayılır ve santimetrekareye üç yüz elli bir kilogramlık basınç uygular. Bu da saatte yüz elli kilometre hızla seyreden bir kamyonun düz duvara çarpmasıyla eşdeğer bir kuvvettir.”

“Tüm bunları nereden biliyorsun?” diye sormuştu Blanche.

“Bomba imha ekibindeyim” diye cevap vermişti Gloïre.

“Peki, bu kadar ciddi tehlike oluşturan kimyasalları nereden buluyor bu teröristler?”

“O da basit” demişti Gloïre; “Nitro metan araba yarışlarında yakıt desteği olarak kullanılan aşırı yanıcı bir sıvıdır. Araba modifikasyonu yapan tüm tamirhanelerde bulunur.”

“Peki ya amonyak nitrat?” diye sormuştu Blanche.

Gloïre düzgün dişlerini gösteren bir kahkaha atmıştı, “Amonyak değil, amonyum nitrat. Onu bulmak daha da basit.”

“Nasıl?” diye sormuştu Blanche.

“Bildiğimiz kimyasal gübre” demişti Gloïre; “Tüm zirai işletmelerde bolca var…”


Blanche banyonun ortasında dikiliyordu. Önünde duran altı çuval gübre üzerlerine doğru gelen sıvı nitro metanla ıslanmak üzereydi. O anda Gloïre’ın ne demek istediğini net bir şekilde anladı…

“Manet Amnes Una Nox”

Blanche’ı, altı binadan oluşan koca bloğun yetmiş iki sakinini ve yoldan geçmekte olan sekiz kişiyi bekleyen gece buydu.

Ertesi sabah tüm yerel radyoların ve ulusal televizyon kanallarının ilk haber spotunda, sebebi bilinmeyen ve ilk belirlemelere göre seksen kişinin ölümüne yol açan bir patlamadan bahsediliyordu.