Pazar, Kasım 05, 2006

Vokal Anestezi

Küçük bir papatya nefes alıyordu. Bembeyaz taçyaprakları her nefeste açılarak ortalarındaki pamuksu sarı bölgeden gökyüzüne polen bulutçukları atıyordu. Yükselen polenler özgürlüğü yadsıyıp her seferinde tekrar aşağı, çiçeğin tam ortasına düşüyordu.

Şaşkın bir arı bir aşağı, bir yukarı zıplayıp duran polenleri kovalıyordu.

Rüzgâr, görünmez parmaklarıyla çimenleri okşamaya başlamıştı.

Güneş yorgun başını gri dağlara yaslamış, aydınlattığı coğrafyaya veda etmeye hazırlanıyordu.

Tüm bunlar olurken bilge bir çınar ağacı yapraklarından biriyle kavradığı bir çiğ taneciğini rahat ettirmeye çalışıyordu. Çiğ tanesinin şeffaf bedeninden görünen küçücük kalbi mükemmel bir ritimle büyüyüp küçülüyordu. Çınar ağacı, kocaman gövdesindeki milyonlarca sinir hücresi sayesinde, çiğ tanesinin kalp ritmini hissedebiliyor ve köklerini bu ritimde titreştirip vadinin göğsünü gıdıklıyordu. Bu hareketin oluşturduğu samimi dostluk havası vadiyi karşılık vermeye davet ediyordu.

Vadi, üzerinde yaşayanları memesinin ucundan fışkırttığı yeraltı suyuyla besliyordu.

Psikolojik sorunları olan bir örümcek ağına takılıp vefat eden bir kelebek için gözyaşı döküyordu. Gözünden çıkan yaşlar ağında damla damla birikiyor ve henüz uyuyamamış güneşin ışıkları sayesinde boy boy gökkuşakçıkları yaratıyordu.

Bir dut ağacı, yaralı yapraklarını kıtır kıtır yediği için, tombul bir tırtıla teşekkür ediyordu. Tırtıl, arkadaşlarından birinin örmeye çalıştığı ipekten kozaya özençle bakıyordu.

Aşırı olgunlaşmış bir dut, dünyayı dolaşmak için dut ağacından izin almaya çalışıyordu. Oradan geçmekte olan bir saksağan dutu duydu ve bu arzusunda ona yardımcı olmak için dut ağacına kondu. Bir lokmada midesine indirdiği aşırı olgunlaşmış dutla dünyanın kuzeyine ettiği göçe devam etmek üzere havalandı.

Bu mizanseni izleyen duygusal papatya diyaframında oluşan küçük bir hıçkırığı koyuverdi. Hıçkırığın gücüyle polenler her zamankinden fazla havalandı. Fırsattan istifade eden şaşkın arı üç beş poleni kapıp kovanına doğru yola çıktı. Havada asılı kalan polenlerin bir kısmını da rüzgâr kaptı. “Çam sakızı, çoban armağanı!” diyerek götürüp verdi onları pijamalarını giymiş güneşe.

Duygusallığı yüzünden polenlerinden olan kırılgan papatya kapattı yapraklarını. Asıl amacı kendi kendine sarılmaktı.

Ay dede gülümseyen yüzüyle ufkun diğer tarafından göründü. Ay ile Güneş’in arası her zaman limoniydi. Ay’ın geldiğini gören Güneş kafasını hemen dağlardan oluşan yorganının altına soktu. Bu çocukça tepkiye kıkırdadı nehir.

Bir parça polen çınar ağacının burnundan içeri süzüldü, muzipçe gıdıkladı ciğerlerini. Çınar ağacı hapşırdı. Hapşırığın gücüyle yapraktan kayan çiğ damlası toprağa düştü. Düşer düşmez de âşık oldu bir kum tanesine. Tutkulu bir sevişmedir başladı. Çamurdan bir çocuk yapmak için ikisi de kendini feda etti ve geriye kalan bahsi geçen çamurdan çocuk oldu.

Bu coğrafyayı mekân edinmiş tüm varlıklar çamurdan çocuğu gördü. Güneş bile göz atmak için çıkardı kafasını dağların ardından.

Ay dede dikkat kesildi, uğultulu sesiyle sordu; “Ne yapmalı? Hem öksüz, hem yetim yavrucak!”

Güneş kükredi; “Ne demek ne yapmalı! Tabii ki üstümüze düşeni!”

Papatya nefesini ve duygularını çıkarıp verdi çamura.
Arı vızıldayarak geri döndü kovanından, şaşkınlığını sundu çamura.
Rüzgâr eliyle vedalaştı, zira o el artık çamurundu.
Çınar sinir hücreleri ile bilgeliğini takdim etti, vadi tüm samimiyetini uzattı çamura doğru.
Örümcek hüznünü verdi, dut ağacı memnuniyetini.
Tırtıl hırsından oldu, saksağan fırsatçılığından, nehir ise mutluluğundan. Artık çamurdu hepsinin sahibi.
Ay ruhunu üfledi.
Son olarak Güneş uygun kıvama gelene kadar kuruttu çamuru.

Çamur artık iki ayağının üzerinde dikilmiş şaşkın gözlerle vücuduna bakıyordu.

Ve işte ilk insan böyle oluştu… Ya da ben Latenight Alumni’nin Empty Streets adlı parçasından yayılan vokal anestezinin etkisiyle halüsinasyon görüyordum…

Manet Amnes Una Nox II

BÖLÜM III

Silahın patlamasından on saniye önce;

“Özür dilerim” diye yakındı Blanche, bir hıçkırığın gücüyle sıçradı.


Kristal kadeh hala çınlamaktaydı. Gloïre damlayan musluktan gelen tek düze sesin ne kadar da hoş bir ritim oluşturduğunu düşünüyordu. Milisaniyeler bir anda önem kazanmıştı. Boş boş oturarak geçirdiği tüm zamana lanet okudu. Ama artık tersini yapmak için ne vakti ne de kudreti vardı. Oturduğu yerde kanarken bir bir pişman oldu çoğu geçmiş eyleminden. Oturmuş kanıyordu, ne söylenebilirdi ki? Ölümün soğuk nefesi ilk defa kulağına vuruyordu ve her nasılsa bu durumdan derin bir haz duyuyordu.

Ölüm kadında beden bulmuştu ve sanki kulağının arkasında iç gıcıklayıcı soluğunu bırakıyordu.

Kuşkusuz ölüm kadın olmalıydı. İlk öldürdüğü insan da zaten kadındı. Çıplak ellerini kullanmıştı onu boğmak için. Parmaklarının arasında birbirinden ayrılan omurları hissedene ve hatta kadının nefes borusu kıtırdayarak kendi içine gömülene kadar sıkmıştı boynunu.

Eski karısıydı. Başka bir herifle birlikte olduğunu duyunca karar vermişti onu öldürmeye. Ölü gözleriyle tavana bakan kadın çırılçıplaktı. Can havliyle verdiği mücadelenin kalıntıları olan ter damlacıkları göğüslerinin arasını sırılsıklam yapmıştı. Kadın ölmüştü ama halen terliyordu. Birkaç damla daha çıkmıştı derisinin gözeneklerinden ve göğsünün yanından aşağı süzülüp açık mavi çarşaf üzerinde koyu mavi bir nokta bırakmıştı. Son bir titreme kasının tüm vücudunu ayaklarından başlayıp kulaklarına kadar kat etmişti.

Gloïre şoktaydı.

Çırılçıplak vaziyette odanın köşesinde yere oturmuş, kafası ellerinin arasında kadının ölü bedenini izliyordu. Cesedin ne kadar da seksi göründüğünü düşündü. Bu fikrin sapkınlığıyla düşüncelere boğulmuş bir halde kanıtları yok etmek için apartmanı kundakladığında bunun son cinayeti olmadığını biliyordu.

İşlediği bu cinayet için cezalandırılmaktan bir şekilde kurtulmuştu. Ancak öldürme içgüdüsü artık ortaya çıkmıştı ve bir kez ortaya çıktığında bu içgüdüyü bastırmanın hiçbir yolu yoktu. Bunu zamanla öğrenmişti.


Ama işte, şimdi sol göğsünden fışkıran kan tüm kolunu izleyip parmaklarının arasından füme kumaş pantolonuna akıyordu. Oda daraldıkça daraldı. Blanche’ın bir metre uzağında tuttuğu silah sanki alnına değiyordu.

Gloïre hala namlunun içine bakıyordu.

BÖLÜM IV

Silahın patlamasından dört saniye önce;


Blanche titreyen eline baktı. Her şey buğulu bir camın arkasında gibi gözüküyordu. Öz babası gözlerinin önünde cayır cayır yanarken de buna benzer bir his kaplamıştı içini. Blanche anestezi teknisyeniydi. Hastanede her gün birilerinin hayatını kurtarıyordu fakat babasını yangından kurtarmayı başaramamıştı.

O gün işten döndüğünde tüm sokağı koyu kızıla boyayan ışık oyunlarıyla apartmanını yalayan alevlerle karşılaşmıştı. Babası beşinci katın balkonunda yardım çığlıkları atıyordu. On bilemedin on beş kişilik bir izleyici topluluğu çaresizce adamın son saniyelerini izliyordu.

“Lanet olsun!” dedi kalabalıktan biri; “nerede kaldı bu itfaiye!”
“Olamaz!” dedi bir başkası; “adamcağız tutuştu!”

Bunlar olurken Blanche insanların tüm engellemelerine karşın apartmana dalmıştı. Aklında tek bir hedef vardı; babasını kurtarmak. İlk iki katı yıldırım hızıyla tırmanmıştı fakat duman daha fazla geçit vermiyordu. Kafasının arkasından tüm vücuduna yayılan bir rahatlama hissediyordu ve sonunda kendini bu rahatlamanın derin huzuruna bıraktı. Kendinden geçmişti.

Gözlerini açtığında tanımadığı bir adamın kucağında sokağın ortasında duruyordu. Adam gözbebeklerine hapsolmuş büyük bir suçluluk duygusuyla gözlerinin içine bakıyordu.

“Üzgünüm. Çok üzgünüm!” diyerek onu kaldırıma oturttu. Blanche çökmeye başlamış binaya baktı. Babasından geriye kalanlar beşinci katın balkon korkulukları arkasında bir mum gibi yanarak küçülüyordu.

On hanelik bu ateş topundan tek sağ kurtulan Blanche’ı kurtaran adamdı ve kendini kurtarmaya çalışırken merdivenlerde bulduğu Blanche’ı da hayata döndürmüştü.

Blanche’ın tüm vücudu titriyordu. Onu kurtaran adam, kuru kalabalık ve yanan bina buğulu bir camın arkasındaki siluetler gibiydi.


Tüm oda koyu kızıla bürünmüştü. Gloïre karşısında tir tir titriyordu.

BÖLÜM V

Silahın patlamasından iki saniye önce;

“Ne kadar uğraşırsan uğraş, kendini kurbanının yerine koyamazsın” dedi Gloïre. Tüm vücudu karıncalanıyordu.

...
“Neden” diye geçirdi içinden Gloïre. Acaba neden yemişti bu kurşunu ve Blanche neden hala silahı alnına doğrultmuş bir vaziyette karşısında duruyordu.

İlk karşılaştıkları gün Blanche’ın hayatını kurtarmıştı, aradan geçen zamanda arkadaşlıktan dostluğa uzanan bir ilişki temposu yakalamışlardı. Şimdi ise kadın karşısında, elinde Gloïre’ın sonunu hazırlayacak olan silahı tutuyordu.

“İlk tanıştığımız gün!” diye geçirdi içinden Gloïre ve o an fark etti. O gün ilk cinayetini işlemişti…
...

Tüm hıçkırık ve iç çekişler arasından duyulan Blanche’ın sesi hep aynı şeyi tekrarlıyordu; “özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”

Namludan çıkan kurşunun alnına doğru geldiğini gören Gloïre “Problem değil” demek için biraz geç kaldığını fark etti.

BÖLÜM VI

Silahın patlamasından hemen sonra;

Silahın içinde oluşan şok dalgası Blanche’ın güçsüz kolunu geriye attı. Kolundan tüm vücuduna yayılan bu dışsal kuvvet, dermansız dizlerini bir anda çözüp yere çökmesine neden oldu. Elinden kurtulan silah yerdeki kan birikintisinin içine düştü. Düşüşün etkisiyle etrafa sıçrayan kan Blanche’ın solgun bacaklarından aşağı süzülüyordu.

Gloïre’ın cansız bedeni sandalyeden aşağı düştü. Kafasından çıkan kan tüm döşemeye yayılıyordu.

Blanche ayağa kalktı. Robot adımlarla banyoya ilerledi ve musluğu açtı. Bacaklarını yıkamak için lavaboyu kullanacaktı fakat lavabo yüksek olduğundan üzerinde dikilecek bir şeyler bulması gerekiyordu. Etrafına bakındı. Hemen arkasındaki çuvalları fark etti. Üst üste istiflenmiş altı adet çuval vardı. En üsttekini kavradı. Çuvalın üstünde kocaman harflerle GÜBRE yazıyordu. “Şaka mı bu?” diye geçirdi içinden. En yakın tarım alanından kilometrelerce uzaktaki metropolün merkezindeki bir evde kim, hangi amaçla bu kadar gübre bulundururdu ki? Tüm bu düşünceleri bir kenara bıraktı. Bir an önce temizlenip buradan çıkmak istiyordu. Çuvalı çekiştirerek olduğu yerden aşağı aldı. Aşağı yukarı yirmi beş kilo gelen çuvalı istediği yere koyması için sürüklemesi gerekiyordu. Bitkin kasları işi zorlaştırıyordu.

Tam o sırada dirseği çamaşır makinesinin üzerindeki şişelerden birine çarptı. Şişe devrilmişti. Yavaş yavaş yuvarlanarak çamaşır makinesinin kenarına kadar geldiğinde Blanche şişenin üzerindeki yazıyı fark etti. “Nitro Metan”

Donup kalan Blanche kendisini bir anda nahoş bir hatıranın pençesinde buldu.
...
Bir kafede Gloïre’la çay içip sohbet ediyorlardı. Bu arada televizyon bir bankanın önüne bırakılan arabada patlayıp onlarca can alan bombanın haberini veriyordu. Bomba koca banka binasının kuzey cephesini olduğu gibi yıkmıştı. Tüm cadde bir baştan bir başa savaş alanına dönmüştü.

Muhabir “El yapımı” demişti arabada patlayan bomba için.

“Bir insan nasıl olur da böyle bir şey yapar?”diye sormuştu Blanche Gloïre’a.

“Basit” demişti Gloïre. “Birkaç kilo amonyum nitrat ve biraz da nitro metan’la”

Kendini tutamamıştı Gloïre, Anlattıkça anlatmıştı.

“Sıvı haldeki nitro metan amonyum nitratla buluştuğu anda tüm karışım genleşir ve ortaya bir şok dalgası çıkarır. Bu şok dalgası saatte bin dokuz yüz altmış kilometre asgari hızla etrafa yayılır ve santimetrekareye üç yüz elli bir kilogramlık basınç uygular. Bu da saatte yüz elli kilometre hızla seyreden bir kamyonun düz duvara çarpmasıyla eşdeğer bir kuvvettir.”

“Tüm bunları nereden biliyorsun?” diye sormuştu Blanche.

“Bomba imha ekibindeyim” diye cevap vermişti Gloïre.

“Peki, bu kadar ciddi tehlike oluşturan kimyasalları nereden buluyor bu teröristler?”

“O da basit” demişti Gloïre; “Nitro metan araba yarışlarında yakıt desteği olarak kullanılan aşırı yanıcı bir sıvıdır. Araba modifikasyonu yapan tüm tamirhanelerde bulunur.”

“Peki ya amonyak nitrat?” diye sormuştu Blanche.

Gloïre düzgün dişlerini gösteren bir kahkaha atmıştı, “Amonyak değil, amonyum nitrat. Onu bulmak daha da basit.”

“Nasıl?” diye sormuştu Blanche.

“Bildiğimiz kimyasal gübre” demişti Gloïre; “Tüm zirai işletmelerde bolca var…”


Blanche banyonun ortasında dikiliyordu. Önünde duran altı çuval gübre üzerlerine doğru gelen sıvı nitro metanla ıslanmak üzereydi. O anda Gloïre’ın ne demek istediğini net bir şekilde anladı…

“Manet Amnes Una Nox”

Blanche’ı, altı binadan oluşan koca bloğun yetmiş iki sakinini ve yoldan geçmekte olan sekiz kişiyi bekleyen gece buydu.

Ertesi sabah tüm yerel radyoların ve ulusal televizyon kanallarının ilk haber spotunda, sebebi bilinmeyen ve ilk belirlemelere göre seksen kişinin ölümüne yol açan bir patlamadan bahsediliyordu.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Manet Amnes Una Nox

BÖLÜM I



Tokuşturdukları kadehlerden taşan kırmızı şarap damlaları birbirlerine sarılmış halde masaya düşerken Gloïre’ın cehennemindeki küçük şeytanları serbest bırakıyordu. Paketten bir sigara aldı.

“Çok insan öldürdün mü?” diye sordu Blanche, karşısında oturan kadın. Gloïre sigarasını yakmak için çakmak arıyordu. Bulamadı.

“Yeterince…” diye cevap verdi. Bu konu üzerinde düşünmek istemiyordu. Rahatsız edici bir gıcırtı çıkartmasına sebep olduğu sandalyeyi geriye ittirip ayağa kalktı. Şofbene doğru ilerlerken Blanche’ın gözlerindeki manasız bakışı sırtında hissedebiliyordu.

“Bilmek,” dedi Gloïre, “lanetlenmektir.” Zeki görünmek için alıntı yapıyordu. “Bu sorunu cevapsız bırakmak istiyorum.”

“Ben de melek değilim.” Ürpertici bir gülümseme müziğin sessizleştiği bir anda Blanche’ın bu sözleriyle birlikte kendisini hissettirdi.

Şofbenin pilot ateşinden yaktığı sigara Gloïre’ın ağzından sarkıyordu. Blanche’ın gözlerinin içine baktı. Caniliğin karanlığı gözlerinden gözlerine ışıyordu.

“Anlatmak istiyorsan anlatabilirsin. Önce benim günah çıkarmama gerek olduğunu sanmıyorum.” dedi Gloïre ve ekledi; “bir cinayet işlemenin en zor yanı onu bir sır olarak saklamaktır.” Oturdu.

Blanche başını eğdi. Kadehindeki son yudumu alıp Gloïre’ın kadehine baktı. Hala biraz şarap vardı.

“Şey ben…” dedi, “daha önce hiç kimseyi öldürmedim.” Bunu sanki utanılacak bir şeymiş gibi söylemişti.

Söyleyiş tarzından çok nasıl olup da yanıldığına takılmıştı Gloïre’ın aklı. Kadehine uzandı. Soğuk kadehi parmaklarının arasında hissettiği anda Blanche elini tuttu. Gözlerine odaklandığı açıkça görülüyordu.

“Çok mu zor?” dedi Blanche. Bu arada Gloïre bakışlarını Blanche’ın gözlerinden saçlarına çevirdi.

Gloïre kadının kısacık kesilmiş dalgalı kahverengi saçlarından odanın boşluğuna yayılan esansı tanıyordu. Be Kissable’ın yaramaz kokusuydu bu.

“Hey!” diyerek Gloïre’ın düşüncelerini böldü Blanche, tekrar gözlerine bakmasını sağladı.
“Birini öldürmek çok mu zor?” İlgiyle öne uzattığı güzel başı hemen bir cevap istediğini gösteriyordu.

“Tabi. En azından benim için öyle. Ateşlediğin her silah hayat enerjinden bir parça atar hasmına. Her seferinde en az iki ceset vardır yerde. Biri hedefin, diğeri senin bir kısmın…” Gloïre bunları söylerken Blanche Gloïre’ın elinin üzerinde gezdirdiği parmaklarını temkinli bir şekilde geri çekmekle meşguldü.

Koca bir yudum şarap Gloïre’ın nikotin bolluğu yaşayan boğazından geçerek midesindeki yerini aldı.

Blanche’ın suratı asıktı. Ancak bu ifadenin dahi maskeleyemediği derin gamzeleri Gloïre’ı kadının teninin onu çeken manyetik bir alanı olduğunu düşünmeye itiyordu.

Boşalmış kadehlere baktı. Sandalyesini tekrar geriye ittirdi. Tezgâha uzanıp şarap şişesini kavradı.

Blanche; “Yarısı boşalmış bile” diye saptadı oturduğu yerden.

Gloïre; “Evet, yarısı hala dolu” dedi iğneleyici bir ses tonuyla.

Kadın gülümserken adam boş kadehleri doldurdu. Şarabı tezgâhtaki yerine koyduktan sonra kadının çıplak omuzlarına baktı.

Blanche eflatun bir gece elbisesi giymişti. İncecik askılarının kapatamadığı köprücük kemikleri Gloïre’ı çıldırtıyordu. Boynundan sarkan inci kolyeyi düzelten Blanche adamın dikkatinin dağıldığını gördü.

“Kendini yerine mi koyuyorsun?” diye sordu.
“Nasıl?” dedi Gloïre.
“Kendini diyorum, öldürdüğün kişilerin yerine mi koyuyorsun?”
“Zaman zaman öyle, zaman zaman da başka şeyler…” dedi adam.
“Ne gibi?”
“Sorguya mı çekiliyorum?”
Blanche sustu.

Yavaş yavaş batmakta olan güneşin kırmızı ışıkları odayı doldurmaya başlamıştı.

Blanche bacaklarını masanın altından çıkarıp koridor tarafında bacak bacak üstüne attı. Bu hareketin ortaya çıkardığı cinsel gerilim Gloïre’ın tansiyonunu hepten yükseltmişti. Bakışları Blanche’ın kusursuz ayaklarıyla dizleri arasında yavaşça gezindi. Blanche elini aşağı indirdi, Gloïre’ın gözleri bu kez de eline odaklanmıştı. Yavaşça dizini tuttu. Gloïre garip bir hipnoz altındaymışçasına elini izliyordu. Elini yavaş yavaş yukarıya doğru kaydırdı. Elbisesinin eteği sıyrılmaya başlamıştı. Ortaya çıkan dolgun baldırları Gloïre’ın anlık bir titremeyle sarsılmasına neden olmuştu. Sonra bir anda jartiyerine tutturduğu silahı çekti…




BÖLÜM II



“Manet amnes una nox!” dedi Gloïre. Oturduğu sandalyede başını duvara dayamış acı çekiyordu. Sol göğsünden giren kurşun kaburga kemiğine saplanmış kan kaybetmesine sebep oluyordu.

“Ne dedin?” diye sordu Blanche.
“Manet amnes una…”
“Latince bilmiyorum!” diye bağırarak Gloïre’ın sözünü kesti.
“Herkesi…” dedi Gloïre ve yutkundu. Sol kolu uyuşmaya başlamıştı. “bir gece bekler…”

Blanche ayaktaydı. Elbisesinin sağ askısı düşmüştü. Titreyen elinde tuttuğu silahın hedefi Gloïre’ın alnıydı. Burnunu sol elinin üzeriyle sildi. Ağlıyordu. Bir damla yaş yanağından süzülüp şarap kadehlerinden birine isabet etti. Damlanın düşüşüyle kristal kadeh çok temiz bir tını çıkararak titredi.

Gloïre silaha baktı. Namluyu bu açıdan ilk defa görüyordu. Namlunun çevrelediği kara boşluğa odaklanmıştı.

“Özür dilerim” diye yakındı Blanche, bir hıçkırığın gücüyle sıçradı.

Gloïre hala namlunun içine bakıyordu.

“Ne kadar uğraşırsan uğraş, kendini kurbanının yerine koyamazsın” dedi kadına. Tüm vücudu karıncalanıyordu.

Tüm hıçkırık ve iç çekişler arasından duyulan kadın sesi hep aynı şeyi tekrarlıyordu;

“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”

Namludan çıkan kurşunun alnına doğru yöneldiğini gören Gloïre “Problem değil” demek için biraz geç kaldığını fark etti.

Cansız bedeni sandalyeden aşağı düştü. Kafasından çıkan kan tüm döşemeye yayılıyordu…

Başka Bir Bilinçakışının Anatomisi

Hepimiz bir bataklık içinde yaşıyoruz. Sadece bazılarımız yıldızlara bakıyor.

Oscar Wilde



Terliyorsun. Oda sıcak olmalı. Ben hissetmiyorum.

Yaramaz bacaklarım oturduğun bilgisayar sandalyesinin tekerlekleriyle oynuyor. Kötü kötü bakıyorsun. Bu bakışın soğukluğu içimi titretiyor.

Saat akşamın dördü.

Kolonlarından birinin üzerindeki fosforlu melek bizi işaret ediyor kendi kendine yakınırken. Pano ilgisiz.

Büyük bir gürültü hâkim mikrokosmosunda. Odanın sürekli sakinleri bile bağırıp çağırıyor dikkat dağıtmak için. Yanımızdan geçen yeni uyanmış ve durumdan habersiz kediyi kuyruğundan tutup koltukların arasına çekiyor Peggy, Plump Fiction’ın kahramanı.

“Şşt!”

Koca gözleriyle manasız manasız bakıyor kedi. Peggy;

“Felaket!”

Kedi şaşırıyor;

“Harun mu yoksa?”

Buz gibi bir hüzün yayılıyor Peggy’nin yüzüne.

Hemen koltuklardan birine tırmanan kedi kıyafetlerin arasından korkmuş gözlerle bakıyor siluetlerimize.

Aklındaki karanlık düşüncelerin elektriği oturduğum yerden hissedilebiliyor.
Bir sivrisinek başını pencereden sokup emilecek kan var mı diye kontrol ediyor.

Habersizim.

Oysa posterler, kediler, tüm biblolar ve mobilyalar olacakları biliyor... Pano hala ilgisiz.

Gözlerimin içine bakıyorsun; dudağın hareket ediyor. Bu sırada apartmanın hemen dışında bir kompresör asfaltı delmek için deli gibi çalışmaya başlıyor, kolonlarından yayılan müzik camları titretiyor, talim uçuşundaki bir uçak güzergâh olarak apartmanın üstünü seçiyor.

“Olduğumuz şeyi” diyorsun, “bırakmalıyız bence.”

Sesin cıva yoğunluğundaki havayı ittirerek kendine yol açmaya çalışıyor. Hidrojen, oksijen ve karbon gibi havayı oluşturan atomlar algılarımı önlemek için birbirlerine sarılarak yoğunlaşıyor. Korkmuş bir parça şaşkın azot kulağıma kaçıyor. Ürperiyorum

“Problem değil…”

Kafanı aşağı eğiyorsun. Gözümden çıkan ve yoğunlaşmış havada ilerleyemeyen bir parça parıltı yere düşüp ölüyor.

Çaresizlik bu. Kelimeler fazla geliyor. Ne zaman tanımlamaya kalksam bu durumu ardından aşırı doz sakinleştirici almam gerekiyor.

Bir gün kan ter içinde kalmama sebep olacak denli sıcak odamda yalnızlığıma sarılacağımı bilir gibiyim şimdiden.

Zaman geçiyor.

Sonra biraz daha geçiyor.

Şimdi yüzlerce insanı kapsayan debisiyle akan yolda birer cenaze ağıtçısı gibi ilerliyoruz. Herkes bize bakıyor. Göğüslerimizin içinde taşıdığımız paramparça etler kalplerimize ait. Huzurevinde kalan yaşlılar gibi görünüyor olabiliriz, işin kötüsü dediğim gibi, herkes bize bakıyor. Rahatsızlık katsayım santigrat cinsinde suyun kaynama sıcaklığıyla eşdeğer.

Biz - Biz = Metamorfoz;

Dünya eskisinden daha da büyük şimdi, atmosfer basıncı tüm kemiklerimi çatırdatıyor.

Çarşamba, Ekim 25, 2006

Kayıp

Oğlum televizyonda.
Kocamla birlikte bir kadın programına çıkmışlar.
“Annenize söylemek istediğiniz birşey var mı?” diyor kadın sunucu.
Oğlum kameralara bakıyor;
“O sadece benim gözlerime baksın” diyor, ”Anlayacaktır...”
Bir kaya kadar sağlam.
Kocam perişan.
Nefes almayan bedenim humuslu toprak üzerinde soğuyor.
Küçük oğlum evde, sağlığımda aldığımız köpeğe sarılmış ağlıyor.

Kayıp...
Sıfatım on bir gündür bu.
Öncesinde bir anneydim, bir eş, bir bakıcı, bir akraba ya da bir komşu.
Artık kayıbım...

Bazı belgelerde kurban olarak da bahsediliyor adımdan. Ama o belgeleri düzenleyenler henüz kayıp olduğumu bilmiyorlar.
Bir adli tıp temsilcisi kafamdaki yaraya dokunuyor;
“Amatörce!” diyor, “Taşla ezmişler.”
Bir diğeri boğazımdaki kablonun düğümlerini söküyor;
“Yazık...”

Rüzgar elektirik direklerinden birine yapıştırılmış “Kayıp Aranıyor” ilanını söküp alıyor.
Üzerinde siyah-beyaz bir fotoğrafım var.
Ağlamaklı cesedim toprağın dışında şişiyor.
Kimisine beyaz atlı bir prens gibi gelen ölüm beni derinliklerine hapsediyor.
Benim daha söyleyeceklerim var.
Nefes alamıyorum.
Ama benim daha söyleyeceklerim var.
İmam cemaate sesleniyor;
“Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?”
Susun! Konuşmak istiyorum!
“İyi bilirdik” diyor cemaat hep bir ağızdan.
Durun!
Bir iki kürek toprak çarpıyor kımıltısız bedenime.
Lütfen durun! Sesim çıkmıyor.
Bir iki kürek daha.
Her şey gömüldükten sonra ilk refakatçim yumuşak dokularımı yiyen kurtçukların şapırtısı oluyor.
Sonrası sessizlik. Sessizlik ve hiçlik.
Tüm sıfatlarım karanlıkta yitiyor.

Oğlum...
Gözlerine bakamadım onun ama anlamak konusunda sıkıntı yaşanmıyor...

Başparmak

17:40

Başparmağım Smitt Wesson marka gümüşi silahın horozunda.

- Arabayı durdur.
- Hey! Ne yapıyorsun! Kaldır onu!
- Arabayı durdur dedim!
- Tamam dostum. Sakin ol. Problem ne?
- Kes sesini.

Adamın kafasına nişan almış bir şekilde yanımdaki kapıdan çıkıyorum.

- Çık dışarı

Emrim sorgusuz yerine getiriliyor. Adam bir köpek kadar itaatkâr ve kırkılmış bir kuzu kadar zararsız. Arabanın etrafından dolanıyorum

- Soyun!

Önce oduncu gömlek düşüyor yere, sonra ceplerinde bozuk paralar şıngırdayan keten pantolon ve sonra da koltukaltları sararmış beyaz bir atlet. Slip donuyla karşımda titremeye başlıyor herifçioğlu.

- Onu da çıkar.
- Ama…

Bakışlarım ve tehditkâr bir havayla salladığım silah adamın sözünü kesiyor. İki saniye sonra adam Âdem gibi oluyor karşımda.

- Bu kadar küçük aleti olan birinin, diyorum, senin kadar cüretkâr olması ilginç.

Adamda çıt yok.

- Kıyafetleri arabaya koy.

Anında görüntü.

- Son duanı mı edersin, arkanı dönüp koşmaya mı başlarsın bilmem ama on saniye sonra sana ateş etmeye başlayacağım.
- Sakin ol dostum, gerçekten, beni yanlış anladın…
- On!
- Çırılçıplağım! Dağ başında yalnız başım…
- Dokuz!

Hiç bu kadar hızlı koşan birini görmemiştim…

İyi de buraya nasıl geldik?
Her şey okulla ev arasındaki yolu rutin bir yöntemle, otostopla kat etmeye çalışmamla başladı…

17:10

Başparmağım havada.

Bir zamanlar ailemin beni pazardan satın aldığına inanırdım. Sıvı dolu beyaz bir bidonda satılıyordum üstelik. Turşu gibi… İhtiyacım olan tek şey o sıvıydı. Akan zamanla ihtiyaçlar da arttı.

Fakültenin kapısından çıktım, evime doğru ilerliyorum. Toz toprak içindeki yolun başında önümdeki iki kilometrelik yol boyunca düşük banket olduğu yazılı. Tabelaya yaslanıp üzerimdeki kalın paltoyu çıkarıyorum. Tecrübeyle sabit; sürücüler soğukta üşüyen otostopçu bir öğrenciyi araçlarına alma eğilimi gösteriyorlar. Gelişigüzel kırıştırıp çantama tıktığım palto dikkatli gözler için yükümün ağırmış gibi görünmesini sağlıyor. Esasen elyaf.

Toz kaldıra kaldıra yanımdan geçen bir çöp kamyonu kızarmış ceset gibi kokan biyodizel emisyonuyla midemi kaldırıyor. Burada onlara sık sık rastlıyorum. Bu yol üzerinde, şehrin yirmi kilometre dışında bulunan atık biriktirme alanının durmak dinlenmek bilmez işçi karıncaları gibiler. Bir tek çöp kamyonlarına otostop çekmiyorum. Bir keresinde bu yolda traktöre binmiştim, bir diğerinde römorkunda catterpillar kepçe taşıyan bir tıra, bir diğerinde Tıbbi Atık kamyonuna, bir keresinde cenaze nakil aracına hatta at arabasına… Örnekleri çeşitlendirmek mümkün. Ancak çöp kamyonları genelde bir şoför ve iki çöpçüyle dolu olduklarından kaçak bir yolcuyu taşıyacak boş yere sahip olmuyorlar.

17:20

Başparmağım cebimde.

Rüzgâr tam karşıdan estiğinden ve hava soğuk olduğundan hafif titreme eğilimi gösteriyorum. Kısa kollu tişörtümün örtemediği kısımlardaki tüylerimin diken diken olduğunu görebiliyorum. Sırtımı istikametime dönmüş, geri geri yürüyorum. Cebimdeki ellerim kollarımı yanlardan belime bastırmama olanak sağlıyor. Bu sayede hem daha az üşüyorum, hem vantilatörlerin Kırmızılı Kadın filminde Marilyn Monroe’nun eteğini açması gibi hoyrat rüzgârın tişörtümü havalandırıp göbeğimi açıkta bırakmasını önleyebiliyorum, hem de tişörtümün kısa kollarından pörtleyen pazılarımın egomu pompalamasını hissedebiliyorum.

İleriden bir polis minibüsü geliyor. Hiç tereddütsüz, hemen elimi cebimden çıkarıp başparmağımı kaldırıyorum. Aklıma daha önce aynı yolda otostop çekmediğim halde durup beni alan polis arabası geliyor. Hatırladığım kadarıyla şoförle diyalogumuzun ilk cümlesi “Neden bize otostop çekmiyorsun lan!” şeklinde olmuştu. Bu sefer öyle olmuyor. İçinde benimle dalga geçen, keyili keyifli sırıtan memurları taşıyan araç yolun dışına atlamamı gerektirecek kadar yakınımdan geçip peşinden giden katmerli küfrümle birlikte ufukta gözden yitiyor.

17:25

Başparmağım paketten sigara çekmesi için işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Sırtımı dayadığım yol kenarındaki ağaç rüzgârın şiddetiyle sallanıyor. Tam gaz yaklaşmakta olan tırı gördüğümde tekrar yola atlıyorum. Evrensel dilde “beni arabanıza alır mısınız” manasına gelen işareti yaparak kolumu sallıyorum. Koca araç tıslaya oflaya yanı başımda duruyor. Kapıyı açmak için tırmandığım merdivenlerin üzerinde güçlükle durarak kapının kolunu çekiyorum. Kapının açılmasıyla bozkıra yayılan Erkin Koray ezgileri şoförün müzik zevkini ele veriyor.

Yuvarlak gözlükleri ve omuzlarına dökülen kıvırcık saçlarıyla beat kuşağından fırlamış izlenimi veren araç sahibi sesleniyor;

- Ne tarafa gidiyorsun genç?
- Yenikent’e
- Ee, ben Afyon’a gidiyorum… İstersen Afyon’a kadar atabilirim…

Afyon…

Eskişehir – Afyon kavşağı elli metre ileride. Afyon’a gitmek için dönmek icap ediyor. Ancak Yenikent kavşaktan on bilemedin on beş kilometre mesafede.

- Hadi ya… Neyse, sağ ol yine de. İyi yolculuklar.
- Eyvallah…

İttirdiğim kapı dengemi bozuyor ve bir uçumluk merdiven mesafesini kalçamın üzerinde sonlanan bir uçuşla kat ediyorum.

15 dakikalık acındırma stratejisi parmaklarımın morarmasından ve tüm vücudumun titremesinden başka hiç bir şeye yaramadığından paltomu tekrar giymeye karar veriyorum. Çantamı açmış paltomu çıkarmaya çalışırken nereden geldiğini bilmediğim bir arabanın fren sesiyle irkiliyorum. Yanımda siyah bir Renault Megane duruyor. Koyu lacivert film çekilmiş otomatik cam aşağı iniyor, şoför önce benim konuşmam için susuyor.

- Merhaba. Yenikent’e doğru gidiyorum…

17:30

Başparmağım seğiriyor.

Kapanan kapı aracın içindeki basıncı etkilediğinden anlık bir kulak tıkanması yaşıyorum.

- Hangi bölümdesin?

Dört buçuk yıldır her gün, günde iki defa otostop çekiyorum. Her seferinde aynı sorular, aynı cevaplar. Durumdan bıkkınım.

- Edebiyat…

Karşılaştırmalı Edebiyat desem gelecek soruyu biliyorum, vereceğim cevabı biliyorum, arkasından gelecek soruyu biliyorum… Sanki bir satranç oyunu ve ben yirmi hamle sonrasını tahmin edebiliyorum.

- Öğretmen mi olacaksın?

Bunu soracağını da biliyordum… Çabalamak gereksiz. Ezbere bildiğim cümleleri sıralıyorum bir bir. Araç yolda ilerliyor. Sonra ilginç bir şey oluyor. Araç gitmesi gereken yöne değil de ormanın içine giden yola doğru dönüyor. Kafamı çevirip adamın gözlerine bakıyorum;
- Nereye?

Adam gülümsüyor. Kendinden emin bir şekilde;

- Otostop çektiğin araçların şoförlerine, diyor ve bu arada vites yükseltiyor, fazla güvenmemelisin dostum…
- Nasıl yani?

Dedim ya, dört buçuk yıldır yapıyorum bu işi. Zaman zaman heyecan veren olaylar yaşanmıyor değil. Olayı akışına bırakmaya karar veriyorum.

- Kız arkadaşın var mı?
- Yok.
- İbne misin yoksa sen?
- !?
- Üniversiteli gençler arasında çokmuş onlardan…
- Hasta mısın? Durdur şu arabayı.
- Eğlenceli şeyler yapacağız seninle…
- Öyle mi? Diyorum, Tamam o zaman!

Elimi yavaşça kucağımda duran sırt çantama sokuyorum. Buz gibi olmuş metal adrenalin salgımı kuvvetlendiriyor.

...

17:55

Başparmağım yaktığım kibriti karşımda duran metal yığınına atmamda işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Bir anda parlayan benzin önce arabanın döşemelerini sonra da pilot köşkünü tutuşturuyor. Yaktığım sigara bitmeden dört yüz metre uzağımdaki anayola geri dönüyorum.

18:03

Başparmağım yeniden havada…

Bidona geri dönmek istiyorum.

Bir Bilinçakışının Anatomisi

Titriyorsun. Hava soğuk olmalı. Ben hissetmiyorum.

Yaramaz kolum uzandığımız fiber karbon araba çatısında koluna değiyor. Bu temasın sıcaklığı buzlanmış kalbimi sırılsıklam ediyor.

Saat sabahın dördü.

Küçükayı bizi işaret ediyor Büyükayı’ya fısıldayarak bir şeyler söylerken. Kutup yıldızı ilgisiz.

Büyük bir sessizlik hâkim mabedimde. Platonun sürekli sakinleri bile kulak kesilmiş söyleyebileceğin herhangi bir cümleye. Yanımızdan geçen yeni uyanmış ve durumdan habersiz baykuşu kanadından tutup ağaçların arasına çekiyor Bay Gui, bir tilki.

“Şşt!”

Koca gözleriyle manasız manasız bakıyor baykuş. Tilki;

“Bugün büyük gün!”

Baykuş şaşırıyor;

“Harun mu yoksa?”

Sıcacık bir gülümseme yayılıyor tilkinin yüzüne.

Hemen ağaçlardan birine tırmanan baykuş iğne yapraklar arasından dikkat kesiliyor siluetlerimize.

Kalp atışlarının soğuk araba çatısı üzerinde oluşturduğu titreşimler hissedilebiliyor.
Bir köstebek başını topraktan çıkarıp her şey yolunda mı diye kontrol ediyor.

Habersizsin.

Oysa kurtlar, kuşlar, tüm yıldız ve bitkiler bu anı bekliyor. Kutup yıldızı hala ilgisiz.

Yıldız kümelerinden birini işaret ediyorsun; Dudağın hareket ediyor. Bu sırada beş metre ötemizde yürümekte olan karınca duruyor, arkamızdaki ormanda patlamak üzere olan bir tomurcuk dünyaya açılmayı erteliyor, kuzey rüzgârı bize ulaşmadan batıya dönüyor.

“Şu” diyorsun, “Büyükayı mı?”

Sesin kristal berraklığındaki havayı titretiyor. Hidrojen, oksijen ve karbon gibi havayı oluşturan atomlar titreşime yol verebilmek için sağa sola kaçışıyor. Ortada kalan bir parça şaşkın azot genzime kaçıyor. Yutkunuyorum.

“Galiba…”

Gülümsüyorsun. Ağzından çıkan ve incelmiş havada rahatlıkla ilerleyen anason kokusu beni burnumun ucundan yakalıyor.


Güzellik bu. Kelimeler yetmiyor. Ne zaman tanımlamaya kalksam bu durumu, ardından bir keyif sigarası yakmam gerekiyor.

Bir gün ağzımdan buhar çıkaracak denli soğuk odanda terinin göğsümde kuruyacağını bilir gibiyim şimdiden.

Zaman geçiyor.

Sonra biraz daha geçiyor.

Şimdi yüzlerce insanı kapsayan debisiyle akan yolda birer Zen ustası gibi ilerliyoruz. Kimse bizim orada olduğumuzu bilmiyor. Boyunlarımızda taşıdığımız parmak izleri tutkuya ait. Liseli gençler gibi görünüyor olabiliriz, ama dedim ya, kimse bizim orada olduğumuzu bilmiyor. Rahatsızlık katsayım santigrat cinsinde suyun donma sıcaklığıyla eşdeğer.

Sen + Ben = Metamorfoz;
Dünya yeniden karpuz kadar kalmış ayaklarımın altında, kafam yıldızlara çarpıyor…

Bırak Kendini

Genzim yanıyor!

Şehrin çatısı; Pelenor Fields… Bir kayanın üzerinde oturuyorum. Kuzeye, Güneye, Doğuya ve Batıya uzanan hiçliğin tam ortası. Ayağımda spor ayakkabılarım, üzerimde yeni keşfettiğim renk cümbüşü kıyafetlerim, aklım yedi tepede. Rüzgâr esiyor. Ayaklarımın altındaki kel toprak zihnimde radyoaktif bir serpinti alanını resmediyor. Ağlamaklıyım bugün. Bir kuşun çığlığı pür dikkat dinlediğim ve kendimi ritmine kaptırdığım sessizliği yararak dikkatimi tarlaların ortasında bitmiş yalnız bir ağaca yöneltiyor. Al sana özdeşlik.

Düşünüyorum;

Bırak kendini; bunu söylemeye çalıştın bana değil mi? Bırak… Korku dolu bir tümce bu. Aynada sana bakanın başka biri olması korkusu… Bırak kendini, böylece daha iyi anlatabilirsin, kelimeler sevişsin. Bedenimizin eksiğini kelimelere yükleyebilelim diye bırak kendini. Bırak kendini, lanet herif! Bırak! Sonuçta hem istediğini alacaksın, hem de muktedir olacaksın istediğimi vermeye. Bu yüzden bırak kendini. Başkalarını anlatma bana, senin ereğin kendine. Sadece bırak…

Bu muydu anlatmak istediğin?

Çık bedeninden, döne döne uzaklaş kendinden, aşağıdaki siluetine bak. Tam yol ileri, ışık hızı, istikamet dünyanın dönüş yönünün tersi;

FLASHBACK!

10 Temmuz 1999;
Müzikal bir hayat. Bir aşk; Ezgi. Bir dost; Yener.

Yüce dostluk… Güvenilesi tek icadı mucit varlığımızın.
Yumruklanan kapı, aşina bir ses; “Harun! Yardım… Bileklerimi yarıp içinden hayatımı çıkardım…”
Metalik gri Uno, 130 Km/hız’a sabitlenmiş kadran, arka koltukta yatan şuursuz Yener, Acil Servis…
Tekrar merhaba dostum… Hayatın ve sana tekrar merhaba.

15 Temmuz 1999;
Ey aşk… İnanılası tek mucizesi peygamber bedenlerimizin.
Sarmaşık bedenim. Göğüslerimde bir kadının göğüsleri, ellerim kalçasında. Ezgim! Dudaklarım kulaklarına değiyor, Bir tümce ağzımdan kopup gidiyor sonsuzluğa, “Beni bırakma…”

23 Temmuzu aynı yılın;
Lanet sanrı… Tiksinilesi tek yaratısı sanatçı beyinlerimizin.
“Yener; daha fazla kullanmayalım!”
“…”
“Dostum, ben çok özledim!”
“…”
“Sana diyorum ya! Sesimi duyuyor musun?”
Avazım çıkıyor…
“Duyuyorum… Çağır…”
“Çağır???”
“…”
“Tamam. Sakalın yapıştırıcı olmuş…”
“…”

Ezgim. Peyda oluyor hiçlikten.
Sanrı?
K-E-Ş-K-E-!
Eğlence, sohbet, dokunuş, hiçlikte kayboluş…
Ben miyim o sevişen? O inilti benden mi geldi?
Arkaya dönen kafa, işte lanetim karşımda.
Toprağın kucağında yarı çıplak Ezgim, üzerine Yener’i giymiş.
“Ne oluyor burada???”
“…”
“Yener!”
“…”
“YENER!!!”
“…”
“YETER!”
Bir bira şişesi elimin çekimine takılıyor, avucumda paramparça, avucumla…
“Lanet olsun, lanet olsun, lanet!”
Boğuk bir ses yükseliyor karşıdaki et yumağından;
“Ağzımda bir dil var Harun… Sana cevap veremiyorum…”


Kan…

Harun? Harun çoktan soğuruldu bile… İki tepe ileride çöküp kaldı bir kayanın üzerine. Öz sıvısının kalbinden çıkışını, omzundan geçip koluna akışını, oradan eline geçişini, elinden yere damlayışını ve yerde soğuyuşunu tüm kızıllığıyla yaşıyor içinde.
Akan kan değil… Tutku soğuyor toprağın bağrında.
Dostluk ve aşk birbirini nötrlüyor…

Bu olabilir mi duymak istediğin?

Aşağıda siluetin, geri dön ona…
Yağmur bulutları bir buçuk metre üzerimde, hani uzansam tutabilecek gibiyim nemli pamukçukları. Kafamı sağa çeviriyorum; bir orman. Üç yüz metre mesafe. Sol; alabildiğine nadas, alabildiğine bozkır. Ortada ben varım yine, tam ortada…
Dünyayı benim olduğum noktadan ikiye kessen eşit iki parça düşer uzay boşluğuna.

Genzim hala yanıyor.

Aklımdasın…

10 Ekim 2006 Salı

Nerede Kalmıştık Canım?

Çıplak tenimden çıkan dumanı gördüğümde kendime henüz gelemediğimi sanmıştım.Daha önce hiç bulunmadığım bir banyodaydım. Mis gibi yumuşatıcı kokan yüz havluları lavabonun yanındaki askılardan sarkıyordu. Aynada, elmacık kemiklerimin altına kadar morarmış göz altlarımı ve hafif tırnak çizikleriyle dolu çıplak bedenimi belime kadar görebiliyordum. Göremediğim kısımları kafamı aşağı eğerek kontrol ettim. Her şey yerli yerindeydi ve sıkı bir ereksiyon yaşıyordum. Kalçamda muhtemelen uzun tırnaklı bir elin yoğun mıncıklamalarından kaynaklanan hafif bir acı duyuyordum. Sol kulağımın arkasından aşağı süzülen bir su damlası, boynumdan geçerek göğsümün etrafındaki kıllara takıldı. Bir su damlasından dahi tahrik olabilecek durumdaydım Dizginlenemeyen tutkularım beynime dışarıda ne olduğunu öğrenmesini dikte ediyordu. Fakat beynimin de planları vardı.

Banyo kapısının yanında duran, kırmızı, pembe ve yeşil çiçek desenleriyle kaplı çamaşırlık dikkatimi çekti. Önce kapıya yaklaştım, kulağımı dayayarak dışarıdan gelebilecek herhangi bir sesi duymaya çalıştım. Çıt çıkmıyordu. Çamaşırlığın kapağını yavaşça kaldırdım. Nedense aklıma ağabeyimin porno dergilerini çaktırmadan karıştırdığım günler geldi. İlk gözüme çarpan noel baba desenleriyle kaplı lacivert bir erkek boxerıydı. Çamaşırları tıbbi atıkları kurcalayan bir çöpçü dikkatiyle eşeliyordum; bir slip don, “V” yaka bir erkek atleti, üzerinde emniyet müdürlüğü amblemli bir iğne unutulmuş lacivert çizgili boyunbağı, bir çift az kokulu çorap… Nasıl olur? Oysa ben çamaşırlıkta birkaç pembe kurdeleli g-string, dantelli sutyen, belki bir çift jartiyer ya da hiç olmadı turuncu bir kadın bodysi bulmayı hayal ediyordum.

Pür dikkat kapattığım çamaşırlığın hemen üzerinde bulunan raflar erkek parfümleri, deodorantları, tıraş sonrası kremleri ve her zaman sahip olmak istediğim türden bir çift Gilette Mach 3 pilli tıraş bıçağıyla doluydu.

Olamaz!

Geçmiş tecrübelerime dayanarak yatağımı çıplak kadınlarla paylaşmaktan aldığım hazzı biliyordum. Fakat o anda aşina olmadığım ve nasıl geldiğimi dahi bilmediğim bir evin banyosunda, bu evin bir erkeğe ait olduğunu ispat eden onlarca delille birlikte çıplak durumdaydım. Dışarıda beni neyin ya da kimin beklediğinden emin değildim.

Aklımın oyunlarına daha önce de maruz kalmıştım, hatta bir keresinde sabahın beşinde sadece mahrem yerlerimi örten bir boxerla, kendimi şehrin göbeğinde bulmuştum. Vertigo finans kulesinin otuz ikinci katındaki terası… Akrofobisi olan ve oraya nasıl geldiğini bilmeyen biri. Siz birleştirin. . Doktorum o dönemde uyuşturucuyu bırakmam gerektiğini söyleyip duruyordu. Otizmi tetikliyormuş Hah! Kimin umurunda şu beyaz yakalı steteskop kafalılar!

Tüm bu heyecan bana yaramamıştı. Soğuk suyla temas etmiş bir oğlan çocuğunun organı kadar kalmış penisimle banyonun ortasında dikiliyordum.. Bu halim cesaretlendirilmek için çırpınan güven duygumu titretmişti. Acilen örtünmem gerekiyordu.

Çamaşırlığı tekrar kapattığımda altımda noel baba desenli lacivert bir boxer ve üstümde “V” yaka bir atletle teftişe hazır denizciler gibi hissediyordum.

Ne olursa olsun buradan çıkmalıydım, dışarıda beni bekleyen Muhammet Ali bile olsa o anki paranoyalarım kadar korkutucu olamazdı.

Kapının beyaz ve altın rengi çizgilerle kaplı kolunu kavradım. Yavaşça aşağı doğru bastırdım, kapı direndi. Zorladım, ittirdim, çektim ama kapı kilitliydi. Çılgına dönmüştüm ve sanırım çıkardığım sesle, her kimse, ev sahibimi rahatsız etmiştim. Kulaklarım, taş bir koridorda yaklaşmakta olan bir çift terliğin sesini fısıldıyordu. Heyecanım ve kendimi koruma güdümle elime ilk geçen nesneyi alıp kapının açılmasını bekledim, çok sessizdim. Kapının arkasındaki kişi aynen benim daha önce yaptığım gibi kapının kolunu tutup, ittirip çekerek bana ulaşmaya çalışıyordu. Fakat kısa bir süre sonra pes etti.

- Kapıyı içeriden kilitlemişsin!

Bunu söyleyen tanıdık bir kadın sesiydi ama kim olduğunu çıkartamıyordum. Kadının kim olduğuna boşverin, tümünü boşverin! Birkaç duble votkadan sonra yatakta hepsi aynı. Sersemliğimden utanarak boş olan sağ elimle anahtarı çevirdim. Küçük bir gıcırtıyla açılan kapı şaşkın gözlerle bana bakan kadını banyodan süzülen buhar ve parlak sarı ışığa maruz bıraktı.

- Tayfun!
Tayfun, Bu bendim…

- Elindeki ne?
Soğuk bir nesne tuttuğum sol elime baktım. Tuttuğum şey üzerinden kahverengi bir sıvı süzülen tuvalet pompasıydı, leş gibi de kokuyordu. Kendimi salak gibi hissettim.

+ Şey… Tuvalet, tıkanmıştı!
Bunları söylerken pompayı klozetin yanına fırlattım.

Kocaman göz bebekleriyle bana bakan kadın ışıktan rahatsız olmuş olacak ki arkasını dönüp loş koridorda ilerlemeye başladı. Ritmi yakalayın,o anki kalp atışlarımın sesini dinleyin! Her şey tıkırındaydı, koca bir ev, fantezilerim için bilmem kaç oda ve oldukça güzel bir hatun… Onu takip ettim. Koridorun sonunda sarı ışıkla aydınlatılmış geniş bir odaya girdik. Beş bilemedin altı paket centiyane kökü ve civanperçemiyle masayı paylaşan bilgisayarın kolonlarından süzülen vokal trance tarzda müzik…

Centiyane kökü, hem müshil olarak kullanılabilen hem de usta ellerde işlendiğinde on numara bir steroidedönüşen doğal maddelerden biri. Civanperçemi de centiyane kökünün kullanımından sonra oluşabilecek ağız kuruluğu ve aşırı ishalliği önlemek için ideal. Ancak bu iki maddenin işlenmeden bir arada kullanımı, tatlarının acılığı nedeniyle neredeyse imkansız… Sorunun çözümü mü? Beş yüz mililitre çözeltiye karıştırılan bir tutam vanilya… Ayrıca, günün ipucu; aynı miktarda vanilyayı suya karıştırıp kaynattığınızda evde yaptığınız kızartmaların da kokusundan eser kalmayacaktır…

Kadın bilgisayar masasının önündeki sandalyeye çöktü ve açık paketlerden çıkardığı centiyane köklerini derince bir kapta toplamaya başladı. Bu kadının kim olduğunu çıkartamıyordum ama kendimde değilken vücudumdaki izleri çıkaran eğer oysa yatakta ne gibi numaraları olduğunu görmek istiyordum.

Centaine işliyordu… Evet, yaptığı şey bu hale gelmemi sağlayan uyuşturucuyu hazırlamaktı. Kısacık kesilmiş tırnaklarla kaplı parmakları bitkilere her dokunduğunda beni tahrik eden yapışkan bir ses çıkıyordu, bitkileri kapta topladı, elindeki tokmakla ezmeye başladı. Bu bana fabrikanın birinde pamuk ayıklayan bir kızın masumiyetini çağrıştırıyordu. Yaklaşık on dakika hiç konuşmadık, bu arada o işiyle meşgul oldu ve hemen yanındaki yumurta pişirme zamanlayıcısı tiz bir ses çıkardığında kap ve tokmağı bir kenara bıraktı.

+ Teşekkür etmek istedim, dedim.
Bedenimin her yerinde oluşturduğu izleri ve hatırlamadığım sevişme sahnelerini kastediyordum.

- Nasıl?

+ Yani, dedim; Biz, sen ve ben…
Konuya nasıl gireceğimi bilmiyordum. Kadın umursamaz davranıyordu. Kaptaki yapışkan maddeyi bir yemek kaşığıyla sıyırıp masanın altından aldığı bir çaydanlığa taşıdı.

- Biraz bekle,dedi; Hemen kaynatmaya geçmem lazım…

Evet, biliyordum… Hemen kaynatmaya geçmesi lazımdı. Yoksa cantiyane kökünün aktif maddesi katılaşır ve kafa yapmaktan çok ishal yapmaya yarardı. Elindeki çaydanlıkla odadan çıktı ve ben sabırla dönüşünü beklemeye başladım. Bir süre sonra kapanan dış kapının sesiyle irkildim. Kadın mı gitmişti, yoksa başka biri mi gelmişti? Günün ikinci gereksiz ipucu; Polisler asla kapıyı çalmazlar! Kendi evlerine girseler bile…

-Ben geldim!

Bu sesi de tanıdık bulmuştum, kime ait olduğu görmek için acele etmeme gerek kalmadı. Bir gece önce barda bana ahlaksız teklifte bulunan kadın görünümlü erkek, polis görünümüne bürünmüş şekildeodanın kapısından girdi. Evet… O anda anladım. Bu kesinlikle geçen gece saat sekiz civarı Vodoo’da yanıma gelip oturan kişiydi. Ahlaksız tabir edebileceğim teklifini reddettiğimi hatırlıyordum. Fakat saat dokuzda neredeydim???

Kapıdan geçip, gözlerime bakarken sesini incelterek “Nerde kalmıştık canım?” dediğinde ilk uyuşturucu kullandığım gün aklıma geldi. Ne kadar da masumdum... Şimdi bu evde, hiç de tercihim olmayan bu insanla birlikteydim, tamam, güzel. En azından olanları hatırlamıyordum.

Halen hatırlamıyorum...

Not: Öykünün orjinalini yazdım… Sonra Ilis Sullivan’la gaza geldik, öyküyü yeniden yazdık…

Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın Eserlerinde Ölüm ve İntihar Temalarının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi

Not: Bu çalışma 08 Eylül 2006 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenmiş olan Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi’nde bildiri olarak sunulmak üzere hazırlanmıştır.

İntihar, kimine göre psikiyatrik bozuklukların yansıması bir edim, kimine göre tanrıya bir kurban... Kimine göre bir sanat, kimine göre muhalefet... Çağlar boyunca süregelen söz konusu edim, defalarca tanımlanmış, farklı disiplinler tarafından birçok kez konu alınmış, sanatçılara ilham vermiş. Esasen konunun fevkalade tekil olmasından ötürü, yapılacak olan çoğu tanım havada asılı kalacaktır. Zira intihar kişinin kendine özgü, yaşamsal, son seçimidir ve tamamen edimi gerçekleştirene aittir.

Ancak elbette ki nedensellikleri üzerine düşünmek mümkündür ve psikologlar, psitiyatristler ve toplumbilimciler başta olmak üzere dünyada pek çok disiplin tarafından araştırılan bir konudur.

İntihar kelimesine etimolojik olarak bakıldığında, Ortaçağda intiharın yerine “sui homicida” ikileminin kullanıldığını biliyoruz. Ardından kendi kendini öldürmek anlamına gelen “suicidum” kelimesinin 18. yüzyılda Fransızcada ortaya çıktığı görünüyor. Osmanlı coğrafyasında ise atrihin en eski zamanlarından beri kendini öldürenler olduğu halde, intihar kelimesi Türkçeye tanzimatla eş zamanlı olarak girmiştir ve kaynağını Arapça'da kurban anlamına gelen “nahr” kelimesinden alır.

Çalışmadaki amaç, öncülün ardılı nasıl etkilediği ve ardıl Nilgün Marmara ile öncül Sylvia Plath'ın eserlerindeki Ölüm ve İntihar temasının benzerliklerini, çoğulcu yöntem kullanarak ortaya koymaktır.

İki farklı yazar ya da şairi konu edinen karşılaştırmalı çalışmaların çıkış noktası, genellikle iki yazar ya da şairin özdeşlik gösteren hayat hikâyeleridir. Ancak bu çalışmada yapılacak olan, alışkanlığı kırıp sanatı alımlamaya bir adım daha yaklaşmak adına, Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın yaşamlarındaki ortak noktaların edebi bağlamda yansımalarını ortaya çıkarmaktan ziyade, iki yazarın özgün hayat hikâyelerinin yarattığı farkların, edebiyatta onları buluşturan yanlarını ortaya koymak, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı kültürün mevcudiyetine karşın, edebiyatın onlar için ortak bir payda olduğunu gözle önüne sermektir.

Ancak özkıyımın hazırlayıcısının kişinin geçmiş yaşantısı olduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu iki şairin hayatlarından birer kesit sunmakta fayda var.

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932'de Alman ve Avusturya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak ABD'nin Boston eyaletinde dünyaya geldi. Plath 10 yaşındayken babasını kaybetti ve bu ölüm, onun için hayatının dönüm noktası oldu. Bu zaman dilimi, Plath’ın hayatındaki psikolojik buhranların da başlangıcı oldu. Plath bu andan itibaren kendine söz vermişçesine başladığı intihar girişimlerini on yılda bir tekrarlamayı neredeyse bir seremoni haline getirir. Ve Lady Lazarus şiirinde de bunu okumak mümkündür;

Yine yaptım, yine yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben...

İlk intihar deneyimini on yaşında gerçekleştiren Plath, aynı yıllara denk düşen tarihlerde şiir yazmaya başlar. Boston Smith College'de okurken aynı zamanda da bir derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Bu arada Amerika'nın saygın eleştiri kalemlerinden Alvarez'e şiirlerini gönderir, kimileri yayımlanmaya değer görülür. Plath artık tanınmış, ünlü bir şairdir. Bu arada kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Cambridge'de, daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi şairleri arasına girecek olan Ted Huges'la tanışır. Kısa bir süre sonra evlenirler.

Bu birliktelikten üç çocukları olur. Çocuklarla birlikte Plath, bambaşka bir hayatın içine girmiştir. Ve artık kadın olmanın sorumluluğu tüm benliğini sarar. Bu onun için derin bir sıkışmışlık duygusudur, zira Sırça Fanus'taki feminen öğeler bunun kanıtlayıcısı niteliğindedir. Nihayetinde Huges'un başka bir kadınla ilişkisini öğrenen Plaht 1962 yılında çocuklarıyla birlikle Londra'ya yerleşir. Ve burada kendini yoğun bir şekilde şiire verir. Ve psikolojik sorunlarının doruğa çıktığı '63 Şubat'ında intihar eder. Londra'ya yerleştikten sonra yazdığı kırk bir şiir, ölümünün üç yıl ardından “Ariel” adlı bir kitapta toplu olarak yayımlanmıştır.

Sylvia Plath'ın ardılı Nilgün Marmara ise 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji'nde öğrenimini tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden lisansını aldı. Lisans tezinde Sanatçı-İntihar ilişkisini derinlemesine inceledi. Tezindeki ana başlıklardan biri de şöyledir; “İntiharla Sanatsal Yaratı Arasında ilişki: Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?” Plath'ın görüşleri Marmara'yı derinden etkiledi. Şiirlerinde Plath'ın imgesel yoğunluğuna benzer bir tarzla düş ve gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını zaman zaman cinselliği, sert bir gerçeklikler sanatına konu edindi. Marmara'nın şiirleri ilk olarak Daktiloya Çekilmiş Şiirler ismiyle 1988'de yayımlandı. Nilgün Marmara, 29 yaşında Beyoğlu'ndaki evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verdi. Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi, onun da günlüğü ölümünden sonra “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Marmara, J.Paul Sartre'ın; “intihar, dünyada var olmanın bşr başka yoludur” cümlesini yorumlarken, aynı zamanda intihara yönelik kendi bakış açısını da ele vermiştir. Kişi, ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla kendi varlığını gerçekleştirir. Ve böylelikle kendi var oluşunu hiçlikle tanımlar. Cemal Süreyya, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi birçok isimle yakından dost olan Marmara'nın ölümü üzerine çokça kalem kavgası yapıldı. Eski dostlarından Ece Ayhan'ın, Marmara'nın ölüm sebebini bildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Ayhan, kendisine yönelik suçlamaları “Nilgün Marmara Üzerine 8 Soru” ve “128 Nilgün Marmara” başlıklı iki yazıyla cevapladı.

Cemal Süreyya ise “841.Gün” adlı eserinde şu satırlara yer verdi; “Nilgün ölmüş, beşinci kattaki pencereden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi, çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parlaklık eklenirdi. Çok da gençti sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı, başka bir dünyanın bekleme salonu olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün'ün yüzünde. O zaman görmemiştim, bugün ortaya çıkıyor.

Marmara'nın özellikle 1980 sonrası şiirlerinde Ölüm ve İntihar teması kendini tamamıyla hissettirmeye başlar.

Tüm hücrelerinle kus cellât yargıları
Sesten sonra, söğünçle
Bir gelecek insanlığa

Marmara'nın daha önceki şiirlerinde rastlanan ölümü dış etkilerden bekleme durumu artık değişmiştir. Marmara, artık kendi saf şiddetini yaşar ve kendini şu şekilde ifade eder;

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı...

Plath ve Marmara şiirinin en ayırt edici özelliği, Plath'ın olağanüstü kasvetli ve kötümser tutumuna karşın, Nilgün Marmara'nın kısmi iyimserliğidir. Bu yargıya varmamızın en önemli kanıtlarından biri, Plath'ın kaleminden dökülen “insan sevgisi, doğruluk, haklılık” uzak dünyalardan gelmiş yabancı şeylerdir bu çevrelerde. Satırlarından ve diğer yazarlardan öğrendiğimiz üzere Marmara'nın çevresel ilişkilerden sıkılan biri olmadığını, aksine hayattan zevk almanın yollarını arayan genç bir kadın olduğu biliniyor. Nilgün Marmara'nın özkıyımı daha kendine dönük bir edimken, Plath'da dış dünyaya karşı bir sistem görüyoruz. Nilgün Marmara için birey olmak, herşey olmak gibi bir şeydir. O öldükten sonra kalanlar, sadece kendi yaralarını saracaktır.

Geriye kalanlarsa
Eski sıcaklığında anımsamanın
Ses çıkarmadan, göstermeden
Gizliyorlar yaralarını

Plath, aşkı hayatın bir parçası olarak görür. O'na göre sevgili, bireyin kendi yarattığı bir şeydir. Ölmeden önce yazdığı bir şiirde, sevgiliye karşı kiniyle, bu bağlamda gerçekleştirmek istediğin intihar eylemini şöyle satırlara döker.

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar geldiğinde gökyüzünü süsler hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Plath, ölmek bir sanattır der ve Marmara bu sözlerden ciddi biçimde ilham almıştır. İntihar etmeden kaleme aldığı son eseri olduğu tahmin edilen şiirinde Marmara,

“Yüreğinizin üzerinde bir küçük kese: ölünün ve
Ölümün gözünden çalınmış bir damla yaş” diyerek, ustası olarak nitelendirilebilecek Plath'dan aldığını, daha da ustalaştırarak dile getirmektedir.

Sonuç olarak, etki-etkileşim-analoji bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda gördüğümüz mükemmel denge onları iki özgün “şair” yapar. Bununla birlikte sürekli aynı konulardan bahsetmelerine rağmen, sürekli farklı perspektiflerden bakabilmemizi sağlamışlardır.

Aynı zamanda Plath ve Marmara özelinde bakıldığında sonuç olarak gelişmiş ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların açmazlarının benzer olduğu görülür. Sistemin daima ikincili olmaya itilen kadın, her türlü sosyal, siyasal, bireysel sıkıntıların birincil hedefi olmaktadır.

Bu sebeptendir ki dünyadaki intihar oranlarına bakıldığında bu edimden en çok kadınların mustarip olduğu görülür.

Hazırlayanlar : Alter Ego & Catharsis

Çarşamba, Eylül 20, 2006

Halka

Bir halka yüzünden buradayım. Küçük, nikelajlı bir halka.

İki gün önce hırdavatçıdan doksan kilograma kadar çekeceğine garanti aldığım bu küçük halka altmış kilogram bile çekmedi. İşte tam da bu yüzden buradayım. Doktorlar boynumun incindiğini söylüyor… Şanslıymışım. Oysa ben kütürtüler çıkararak kırılmasını bekliyordum. Ne şans ama! Kırılan şey boynum yerine halka oldu.

Beni kapattığı hapisten kurtulmak istediğim bedenim düşüşün ve incinen boynumun etkisiyle bilincimi kapatarak kendini korumayı başardı.

Boynum ipteyken tekmeleyerek altımdan atmayı planladığım bilgisayar kasası devrildiğinde kuş gibi uçmayı, bir anda huzur dolmayı ya da acısız bir ölümle kucaklaşmayı beklemiyordum elbette. Ancak halkanın kırılması… Bu kadarı da pes doğrusu!

Hırdavatçıya giderken almam gerekenlerin listesini sürekli içimden tekrarlıyordum; Tavanda ilk deliği açmak için halkanın çivisinin çapına eşdeğer çapta bir çivi, o çiviyi çakmak ve daha sonra halkayı açılan deliğe sokmak üzere çiviyi çıkarmak için bir keser, bahsi geçen halka ve o halkanın içinden geçip boynumu kavrayacak yeterince kalın bir urgan…

Yol üzerinde sürekli soluduğum, ağaçları yeşerten, çiçekleri renk renk filizlendiren bahar havası beni çileden çıkarıyordu. Güneş yemyeşil çimler üzerine düşmüş çiğleri buharlaştırırken ruhumun derinliklerine hapsettiğim son huzuru da bir mıknatısın demir tozlarını çekip alması gibi benden alıyordu. Oysa bahar mevsiminin insanları iyileştirici etkisinden bahsedilir.

Bir sır vereyim, bu düpedüz aldatmaca! Kış mevsiminin doğayı yok etmesi, geçici bir mezara ya da uykuya sokması bahara yeğdir.

Ben, içimde dünyalar donduran, dünyadaki en önemli insanı, beni, acıdan acıya sürükleyen bir kış yaşarken doğanın karnaval kıyafetleriyle karşıma çıkması uyumsuzluğumu kamçılayarak uçurumu derinleştiriyordu.

Mezarım olacağını ümit ettiğim evimle istikametim arasındaki yolu kat ederken kafamın etrafında turlayan rengârenk kral kelebeklerinin kanatlarındaki pulları kirli ve yapışkan parmaklarımla sıyırmak, yanından geçtiğim parkta kendisi gibi küçük yaştaki sevgilisinin kafasını omzuna bastırmış anın huzurunu yaşayan veledin yüzünü postalımla dağıtmak ve mevsimin filizlendirdiği her çiçek tomurcuğunu koparıp üstlerinde tepinmek istiyordum. Ben, küstah bir efendi zihniyle sahip olduğum bu hayvanın, bedenimin, yok olup gitmesini istiyordum.

Hırdavatçıya girdiğimde tek istediğim mümkün olduğunca az diyalogla alışverişimi yapabilmekti. Ancak dükkân sahibinin sorgulayıcı bakışları isteklerimi sıralarken sıkıntıya girmeme sebep oluyordu. Altı üstü ruhumu bedenimden ayıracaktım ama cinayet işleyeceğim hissine kapılıyordum. Siparişlerim hazırlanırken birini öldürmekle cinayet işlemek arasındaki ince ayrım takıldı aklıma. Ben masum birini değil, bana anılamayacak kadar fazla kötülük etmiş güdük bedenimi öldürecektim. Buna cinayet değil nefsi müdafaa denir. Zira cinayet eyleminde tek taraflı kötülük söz konusudur. Kendi kendimi aydınlatmış olmanın rahatlığıyla oraya buraya istiflenmiş boya kutularına bakıyordum. O sırada tezgâhın üzerine konan poşetin içindeki ıvır zıvırın takırtısıyla kendime geldim.

+ Siparişiniz hazır.

Suç ortağıma teşekkür ederek borcumun ne kadar olduğunu sordum.

+ On iki lira.

- Ne? On iki lira mı? Bu düpedüz soygunculuk!

+ Olur mu efendim, bakın keser beş lira, halka üç, dur bakayım… Urgan da dört. Ne etti?

- On iki…

+ Bakın, çivi de benden!

O gün kimsenin mutlu olmasını istemiyordum.

- Hayır, hayır, hayır! On liradan bir kuruş fazla vermem!

Biliyordum… Öldükten sonra bu liralar hiçbir işe yaramayacaktı, ama dedim ya, kimsenin mutlu olmasını istemiyordum.

On lira elli kuruş vererek aldığım yüküm sağ elimde yeşil bahar havasının hâkim olduğu cehennemime çıkıp evimin yolunu tuttum.

Çocuklarımızı da alıp beni terk eden karımın daha sonra unuttuğu eşyalarını almak üzere geldiğinde açacağı kapıyı ardımdan kilitleyerek nihai olacağını sandığım eylemime başladım.

İşte, boynumda urgan, bilgisayar kasasının üzerinde dikiliyordum. Hiç tereddüt etmeden sağ ayağımın tarağını ittirmek üzere kasanın yanına dayadım. Kasanın soğuk metali beni bir anda yıllar öncesine, çıplak bedenimin ilk kez başka bir insanın çıplak bedenine değdiği güne götürdü. Ürperdim, duraksadım. Ayağımı tekrar kasanın üzerine koydum, boynumu saran urganı biraz genişlettim ve en son ne zaman seviştiğimi hatırlamaya çalıştım. İçimden bir ses “Keşke o zaman bunun son sevişmem olduğunu bilseydim” dedi. Karşı çıktım, öfkeyle bağırdım;

- Bedensel, dünyevi ve ahiri zevkleri reddediy…

Dengemi kaybettim, cümlemin bundan sonrası bir hırıltı olarak ciğerlerime hapsoldu. Bilgisayar kasası beni olduğum yerde asılı bırakarak devrildi. O anda insan aklının neme ne bir şey olduğunu anladım. Bir milisaniye içinde aklımdan geçen onlarca düşünce arasından en önemlisi bunun böyle olmaması gerektiğiydi. Bu böyle olamazdı! Kazara mı ölecektim yani! İçimden binlerce lanet okurken boynumdan geldiğini sandığım bir kütürtü koptu…

Ara ara hayal meyal gördüğüm görüntülerde yerde yatıyordum. Başımda ağlayan bir kadın vardı. Görüntü netleştikçe o kadının karım olduğunu anladım. Tabi anladığım tek şey bu değildi. Halka kırılmıştı, yere düşmüştüm… Karım çığlık çığlığaydı;

+ Ne yaptın sen! Pis herif! Ne Yaptın?

Konuşmak için inanılmaz çaba sarf ediyordum. Ağzımı açtım;

- Kazıklandım… Lanet hırdavatçı, beni kazıkladı!

Daha fazla konuşamadım, bilincim kapandı.

Sonra buraya getirmişler beni… Sürekli olarak gördüğünüz şu hemşirenin gözetimi altındayım. Şimdi emin olduğum tek şey var; buradan çıkar çıkmaz ilk işim tüketici hakları koruma derneğine durumu bildirmek olacak ve emin olun bunun intikamını alana kadar ölmeyeceğim.

Herkesin İçinde Bir Katil Vardır

Tutkulu bir aşık sevgilisiyle arasına giren herhangi bir canlının ümüğünü sıkabilir. Bir anne çocuğunu korumak için insan hayatının değerini bir böceğinkine indirgeyebilir. Yeterince para verilen bir pilot uçağını yüzlerce masum sivilin yaşadığı binanın üzerine çekip haznesindeki bütün bombaları bırakabilir. Bir adam sadece psikopat olduğu için eline geçirdiği herhangi bir tam otomatik makinalı tüfekle Taksim'in göbeğinde öldürülene kadar onlarca insanı deşebilir.

Herkesin içinde ve her yerde bir katil vardır, eyleme geçenlerse bunu sadece dışa vuranlardır.

Bas bir erkek sesinin en sevdiğiniz klasik parçalardan birinde avazı çıktığı kadar çığlık atarak detone olması gibi birşeydir bir katili iş başında izlemek belki size göre. Ama bence katil, daha somut manasıyla, göğüs kafesinizi zorlayan içsel bir itkidir.

İşte O

Bin bir çeşit mahluğun cennet saydığı bu diyarda uykuya daldım. Biyoritmim hemen yanında uyuduğum küçük yalak çeşmesinin damlattığı her damla suyun oluşturduğu ritme ayarladı kendisini. Hafifçe esen rüzgarın tepemdeki bin yıllık ağaçları yalaması bahsi geçen ağaçlarda kalan son hareket tohumlarını filizlendirdi. Ortaya ritmlerin bir arada çalışarak oluşturduğu melodi çıktı. Yaprakların hışırtısı, ağaçların gıcırtısı, suyun yalak üstündeki dansı ve tezahuratçı kuşların cıvıltısı... Tüm bu enerji saçıklarının oluşturduğu kalkanın ortasında dış dünyanın her türlü unsurundan soyutlandım. Bir ressam halimi resmetmeye kalksaydı ortaya çıkacak soyutluğun kendisi dahi ayrımına varamazdı.

Bilmem kaç on yıllardır Bangkok, bilemedin New-York ya da İstanbul veya Çin'in diğer örneklerdekine benzer adını dahi telaffuz edemediğim metropollerinden birinde, varlığını gerçekleştirmeye çalışmış bir vatandaşın, bir anda tüm modern teknolojiden arınıp Harran'ın kilometrelerce uzağındaki ıssız ve eski bir kervansarayında tecrit olmuşluğunda hissediyorum kendimi.

Ben bir Boeing 747'nin sağ jet motoru ya da bir mutfak musluğunun yıpranmış contası veya bir kilise orgunun do majörüydüm.

Her şey değişti...

Şu an kendimi uslu bir çocuğun bisikletinin ön freni ya da kutusundan bile çıkarılmamış antik bir zenit fotoğraf makinasının deklanşörü veya bir apartmanın ulaşılması imkansız olan asansör boşluğuna düşmüş bir alet takımındaki ingiliz anahtarının dişlisi gibi hissediyorum.

Bu huzurun pompalayıcısı da üşümekten uyuşmuş bacaklarıma kan gönderip onları normale döndürmektense çarpma eylemini bir başka insan için gerçekleştirip kısa süreliğine de olsa kimin için çalıştığını unutan kalbimin derinliklerinde bir yerde müslümanlıkta sözü geçen kara kan pıhtısının hemen içinde yer alan insanın varoluşudur.

İşte bu varoluş parasız günlerimde son sigaramı yakışıma benzer bir hisle nanik yapıyor bana.

Son sigara...

Son sigaram mıdır yoksa?

Buna epey benzer bir hissi çok sevilen bir insanı günün herhangi bir saatinde taş,cam ve nikel kaplama metallerden oluşma şehirler ya da ülkeler arası bir terminalin peronlarında uzaktan bakarak ters şeritte giden gözyaşlarıyla uğurlamak zorunda kalan insanlar da bilirler.

Uğurladığım kişi midir yoksa?

İşte o...
Anlatması o kadar güç...

Son sigaram da bitti zaten.

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Uyuyorsun

Saten nevresim takımları içine gömülmüş çıplak bedenin. Yüzünü görüyorum. Pürüzsüz teninle kaplı boynun ellerimin arasında. Şah damarın mors alfabesiyle şehvet sözcükleri fısıldıyor avucuma. Uyuyorsun. Saçların yayılmış krem rengi yastığın üzerine. Ağzında yavrusunu taşıyan timsah dikkatiyle yapıyorum her hareketimi. Elimi kaldırmadan boynundan kulağına doğru sürüklüyorum. Parmaklarımın kulağına temasıyla irkiliyorsun. Uyuyorsun. Parmağım tüm kulağını okşuyor kendi rızasıyla. Yüzünde ancak güneş doğarken görülebilecek bir çiğ tanesinin saflığını taşıyan bir gülümseme belirip kayboluyor.

Kaskatı kesiliyor ellerim, parmakların hareketsizleşiyor. Nefesin okşuyor boynumu, yastığın üzerinden kaldırıp omzuma koyduğun başın hareketsizleşirken elin göğsümün üzerinden vücuduma mutluluk pompalıyor…

Tüm hayatımı değiştirdin. Ruhumu, kalbimi benden aldın ve sonra uykuya daldın.

Uyuyorsun ve ben hala elini tutuyorum.

Kendi kendine uyanmanı beklerken uykuya dalmaktan korkuyorum…

Hissetmiyor musun, sabah oldu!

Hissetmiyor musun?

Hissetmiyor…

Boynun tekrar ellerimin arasında ve sen o kadar sessizsin ki!

Boynun hala ellerimde, gözlerin tavana dikilmiş…

Boynun ellerimde, ısırdığın dilin mor bir halı gibi sarkıyor ağzından…

Boynun ellerimde… Şah damarın…

Şah damarın???

Cumartesi, Ağustos 12, 2006

Sanırım Patlamak Üzereyim

Kabuğum çatırdıyor...

İç basıncım dış basınçla dengelenemiyor, midemde başlayan hareketlenme ruhumun çekirdeğinin yer aldığı göğüs kafesimde büyük ve dindirilemez bir basınçla kendini hissettiriyor.

PAT-LA-MA-LI-YIM

Hayır, kabuğuma kıyamıyorum... O kendi kendine soyuluyor ama ben ona kıyamıyorum...

Patlasam, bu eski yaşlı derimin altından pembe tazecik bir insan çıkacak biliyorum ama olmuyor işte, patlayamıyorum...

Sürekli genişliyor çeperim, şimdi koca bir oda kadar bedenim ama ben, benliğim bir dikiş iğnesinin gözüne sıkışıp kalmış, mikroskobiklikle mikroskobik olmama arasında bir boyutla, hükmetmeye çalışıyor koca odamsı varlığa.

Şimdi bir kasaba oldum mesela, birazdan şehir olurum belki... Halbuki babam "Senden ne köy olur, ne de kasaba" derdi bana...

Ama genişlemek istemiyorum, tüm gücü, tüm torku bir anda salmalıyım atmosfere. Çok basit bir efekt duyulsun mesela; PAT...

Saçmalığını bile bile hayatın suyuyla yıkanmak neden oluyor buna...

Örnek önerme: Biber yemeyi tercih ederim, pastadan hemen önce...

Dolmuşa bindiğimde ineceğim yere kendim karar vermeyi çok severim, mesela hiç "Müsait bir yerde inecek var!" demem şöföre. İşte bence hayat ve sağlık da böyle olmalı... İnsan hangi güçle ve ne zaman patlayacağına kendisi karar vermeli.

Bir balon gibi büyüyen bedenime doğrultulmuş iğne uçları! Savulun! bilinçle geliyorum size doğru ve emin olun, patlamam hepinizi koparacak yerinizden...

...
Sanırım patlamak üzereyim...
...

Ritmik Düzensizlik

Rüzgarın şişirdiği perdenin içinde tüm dış etkenlerden izole olmuş hissediyorum kendimi. Aslında düzenli ritmleri, senkronize yüzücüleri, birbirinden sadece 2 metre uzaklıkta uçan gösteri uçaklarını, yuvarlak bir masanın etrafına tam simetrik olarak yerleştirilmiş sandalyeleri, kusursuz biçimde açılmış ancak içinden hiç sigara alınmamış paketleri ve gökyüzünde "V" şeklini oluşturup göç eden yabanıl ördekleri çok severim.

Tüm bu önermelerin zıttı, perdenin rüzgarla el ele tutuşup ettiği danstaki raslantısal oransızlık bana sekizinci kattan düşen bir kovanın içinden asfalta gelişigüzel yayılan boyayı, intiharı kafasına koymuş, iskelenin kenarına dikilmiş bir adamın elinde duran, bacağına sıkı sıkıya bağlı koca kayanın suya düştüğünde gökyüzüne göndereceği eşsiz yüzlerce damla su saçıntısının düzensizliğini, bir rus ruleti düellosundaki cesaret problemleri yaşayan katılımcının altına kaçırdığı idrarın sağ paçayı mı yoksa sol paçayı mı yön olarak seçeceği konusundaki tahmin edilemezliği anımsattı...

Dış etkenlerden izole olmak çoğu bireye güven duygusunu çağrıştırabilir. Ama benim fikrim bana bunun zıttını söyletmiştir hep.

Kendi kendimize doğrulttuğumuz tahrip gücü yüksek silahlarla Bangok'un insan tarlası pazarlarında yürüyoruz. Her gün birileriyle temasta bulunuyoruz ister istemez ve ne zaman ki bu temas kendimize çevirdiğimiz bir silahı tetikliyor, o zaman muhattabı suçluyoruz.

Hayat düzleminde yapılabilecek en iyi şey tamamen simetrik olarak inşaa edilip döşenmiş bir evde çift bir sayıya tekabul eden nicelikte insanla komünel hayat yaşayıp o insanlardan birinin kendimize doğrulttuğumuz silahlardan en ölümcülünü tetikleyen tesadüfi hamleyi yapmasını beklemek ve bu nihayi eylem gerçekleştiğinde de tüm hayata sırtımızı dönüp Tibet'te bej renkli bir tapınakta çömez rahip olarak kendimizi kabul ettirmek üzere yollara düşmek olacaktır.

Eminim ki hayatın raslantısal kurgusunda yolculuk ederken ortaya attığım bu absürd önermelerin dışında toz pembe ötesi hayat sürenlerin de sayısı azımsanamayacak boyutlardadır. Ama ben diye bir arkadaşımvar, içimde yaşar, hep der ki; "Geometriden uzak yamuk yumuk bir mercek olan hayatın, eğer varsa, odak noktasındaki birey insanın kendisidir." Onun ağzından belirtmeliyim ki diğer hayatlar diğer dünyalara mal olmuş olgulardır. Benim dünyam onları içermez...

Perdenin uzun kolları hala ensemi okşuyor ve ben Tibet'teki bej duvarlı mağbetleri hayal ediyorum...

Salı, Ağustos 08, 2006

Paranoya Günlüğüm 9 - Kaçış


Başım büyük dertte...

Sarhoştum, fotoğraf makinası elimdeydi...

Otelin genel müdürü, iki gecede bir otelde kalan dört Rus hatunu jipine atar, alemden aleme koşar bir adam. Ağzından küfür eksik olmaz bir kişi. Ne zaman kural dışı birşey yapsam beni izleyen bir çift göz. Anlaşmamın imkansız olduğu bir Mehmet. Vesaire, vesaire...

Dedim ya, sarhoştum. Lanet olası fotoğraf makinası da elimdeydi...

Akşam çekimlerini yapmak için sallana sallana koridorda yürüyordum. Genel müdür, üzerinde altın yıldızlı harflerle "Muhasebe" yazan kapıdan avını bekleyen bir timsah gibi önüme atladı. Sağ tarafından geçmeye çalıştım ama imkansızdı. Adamın çeperi tüm koridoru kapatıyordu. Durdu, gözlerimin içine baktı. Küçük bir nefes kaçtı ağzımdan, leş gibi alkol kokuyordum. Kan kokusu almış köpekbalığı gibi bir anda hiddetlendi. Ne söylediğini hatırlamıyorum, ancak omzumdan ittirmek suretiyle dünyayla ilişkimi hayati önem taşıyan bir kaç dakikalık süreiçin kesen şalteri indirdi...

Gözlerimde, tenimin altında, yumruklarımda ve tekme atmak için kullandığı bacaklarımda şiddetli ağrılar duyuyordum.

Sonunda, ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kendimi otelin dışında buldum. Üç bin Euro'luk makinanın sadece kemeri kalmıştı elimde. Arkama baktım, bana doğru koşmakta olan üç güvenlik görevlisiyle aramızda duran kırık Tamron Teleobjektif dikkatimi çekti ama artık koşmak dışında herhangi bir eylem için çok geçti...

İçgüdülerimi dinledim ve yakınlardaki mezarlığa dalarak tüm salgı bezlerimin seferberlik ilan edip hep birlikte salgıladıkları adrenalin seviyesi normale dönene kadar arkama bakmadan koştum. İzimi kaybettirmeyi başarmıştım. İşi garantiye almak için biraz daha koştum, sonra biraz daha, derken hem yarı sarhoşluğun hem de yorgunluğun bedenimdeki tüm sıvıları, kaslarımı yakan laktik asite çevirmesiyle oluğum yere yığılıp kaldım...

Uyandığımda adını kendi güvenliğimi sağlamak için sizlere iletemeyeceğim bir sahildeydim. Kotumun cebindeki cüzdanım ve bileğimde hala sarılı duran fotoğraf makinası askısı artık sahip olduğum şeylerin tümüydü...

Tekrar iş bulana kadar, ki bu en geç üç gün içinde olmalı, bir önceki otelimden mümkün olduğunca uzaklaşmalıydım. Beni başka bir şehre taşıyan terminale geldiğimde kendi kendime "fotoğraf makinasını umarım adamın yüzüne vurmamışımdır." deyip duruyordum.

Aniden gelişen tüm bu keşmekeşi terminalde otururken, içimde berbat bir hisle yazıya döktüm ve bir şey söyleyeyim mi?

Umarım fotoğraf makinasını adamın yüzüne vurmamışımdır...

--SERİNİN SONU--

Paranoya Günlüğüm 8 - Siesta


Aynı vantilatör hırıltısı, aynı antik araba...

Tek değişikliğin sadece bir kavram olan zaman bünyesinde vuku bulması, yorgunluktan titreyen kaslarının da "biz geçiciyiz" izlenimi vermesiyle hayatı bankada bulunan ve harcamaman gerektiği için çatır çatır harcadığın paraya benzetmene sebep oluyor.

Üzerinde "Sigara İçmek Öldürür" yazan paketten bir kanser çubuğu daha alıyorsun, içini ferahlatan bir sesle açılan biranın yanında yediğin ekstra yağlı fıstıkla oluşturdukları lezzet senkronizasyonu dilinin üzerinde dans ediyor. Sürgülü kapının açıkken oluşturduğu boşluktan istifade eden güneş sol ayağının tam üstüne düşüyor. Biliyorsun, cilt kanseri olabilirsin...

Bir kafa uzanıyor aralık kapıdan;
"Hey" diyor, "Mr. Papparazzi! What about a ride?"

Ağzından aktı akacak salya dudağına tutunurken kaldırıyorsun kafanı, beynin rolantide, takıyorsun vitese.
"Oh" diyorsun, "Chris! I couldnt recognise you for a time!" gülümsüyor.

Onun hakkında bildiklerin yakınlardaki bir su sporları kulübünde rüzgar sörfü hocalığı yaptığı ve gelip geçici fiziksel detayları.
"C'moooon!" diyor ingiliz aksanının tüm meziyetlerini kullanarak.

Kendi kendinin bile anlamadığın ecnebice bir tümceyle geri çeviriyorsun teklifi, dışarısı gölgede kırk derece...

Veda edip uzaklaşıyor Chris honda marka scooterıyla. O giderken aklına bir deyim geliyor; "Kendi yağında kavrulmak" Korkmaya başlıyorsun kendi terinde boğulmaktan...

Rüyalar alemine doğru çıktığın seferde tependeki vantilatörün hırıltısı, etraftaki böceklerin çığlıkları, tek tük yakınlardan geçen arabaların gürültüleriyle birlikte eşlik ediyor sana. Ve sen artık on kişilik bir koğuşta değil, yetmiş sekiz model bir Vokswagen'de yaşamaya başlıyorsun.

O koğuşta her gece saat üç olunca içinden gelen bir anda kalkıp William Wallace modeli "Freeeeedooooom!" narası atma arzusu artık yok oluyor.

Sonra?

Sonrası sıcak ve çemen kokulu bir öğle uykusu...

Paranoya Günlüğüm 7 - Varlık


Hırıltılı bir vantilatörün kendini bile soğutmaktan aciz rüzgarı çıplak vücuduma vururken, arabayı yanına çektiğim mezarlık duvarına bakarak gelip giden, geçici hafızalarına "Paparazzi Harun"u kaydedip zamanı gelince silecek olan insanları düşünüyorum.

Acaba onların mezarları hangi ülkenin topraklarında olacak, ya da külleri hangi denizin yaldır yaldır esen rüzgarları tarafından taşınacak semada? Daha da önemlisi, benim bu mevcudiyet içerisindeki son günlerim nasıl geçecek, çemberin ağırlık noktasındaki adam nereye gömülecek?

Kendimi fotoğraf makinasının ezici ağırlığından kurtarır kurtarmaz dehlizlerinde boğulduğum varoluşçu gerçekçilik eskisi kadar yakmıyor canımı. Eskiden günün yüzde doksanını kapsayan boş vakit şimdi günün sadece yüzde bir ila ikisini kapsadığından yaratılan sorunların niceliğinde de bir düşme oluşuyor kuşkusuz.

Ne bileyim, artık fotoğraf makinasına kızıyorum tutukluk yaptığında. Ya da ben makinayla çekim yaparken tam önümde havuza atlayıp üstümü başımı ıslatan veletlere... Daha sağlıklı kuşkusuz.

Fotoğraflar başkalarının anılarıdır. Bu yargıya varmak, benim gibi, hayatın sadece üç saniyeden oluştuğunu düşünen insanlar için hiç de zor değildir. Bir saniye geçmiş, bir saniye şimdiki zaman bir saniye de gelecek için... Ondan öncesi başkalarının hayatları sınırı içerisinde yer alır. Şöyle ki ben geçmişi hatırlamam. Bu özellik zaman zaman surları arkasına saklanılan bir mazeret olur, zaman zaman ise büyük bir utanç kaynağı...

Fotoğraflar, diyordum, başkalarının anılarıdır, sadece başkalarının fotoğraflarını çektiğimden değil. Bugün çok uzun süredir sakladığım bir makara filmi baskıya yolladım. Rock The Nations festivalinde Ilis Sullivan, ben ve diğerlerinin fotoğraf filmlerine sıkıştırılmış ruhlarını içeren makaraydı bu.

Baskı geldi...

Sonrası hayal kırıklığı... Fotoğraflardaki kişiler biz değildik. Benim yüzüme sahip, yağlı uzun saçlı, kapkara giyinmiş bir genç, yanındaki Ilis'in yüzüne sahip, kıvır kıvır uzun saçlı tipin koluna girmiş el sallıyordu bir fotoğrafta. Diğer bir pozda Cihangir muhiti seçilmişti fon olarak, başka birinde Tünel...

Ne düşünüyorum biliyor musunuz?

O yuvarlak çerçeveli Janis Joplin modeli güneş gözlüğünün arkasından bakan pislik içindeki kopyam ne düşünüyordu acaba kapalı çarşıda poz verirken?

Binlerce liralık makinanın ağırlığı beni çağırdığından aklımın absürd saçıntılarına son veriyorum şimdilik.

Zaman önümde havuza atlayıp beni ıslatanlara kızma zamanıdır...

Paranoya Günlüğüm 6 - İnsanlar

Hakan Günday turizmin tanımını en iyi yapan yazarlardan. Demiş ki, "Turizm,ekmek bulamayanların yediği pastadır." Tabii ki çalışan gözünden yapılan bir değerlendirme bu. Hem maddi hem de manevi anlamlar içerir.

Kış sezonunda ayakkabı boyacılığı yapan on yedilik bir çocuk, otelimizde dokuzyüz YTL maaş+sigortayla çalışıyor. Ya da Muğla'da izbe bir benzin istasyonunda pompacılık yapan ama turizmin nimetlerinin farkına varıp pılını pırtısını yanına alan, atlayıp bir otobüse buraya çalışmaya gelen, prim usülü çalışıp milyarlar kazanan insanlar var.

Bu durumda kalite ve iş gücü arasında ortaya çıkan ters orantı rahatsız edici. İş gücü yükseldikçe kalite düşüyor. Sonra yakınıyor otel sahipleri. "Bu yıl neden İngiliz gelmiyor da İsrailli akını var?"

Kalkıp koca bir otel inşa ediyorsun,beş altın yıldızlı bayrağı çekiyorsun göndere.Sonra otelin İsrailli akınına uğruyor, mülteci kampı gibi oluyor lobin. Aklından çıkaramadığın bir gerçek var, İsrailliler cimri.

Hiçbir ulusun hiçbir insanına garezim yok, ama şu bir gerçek; Turizmde bir Türk, on İsrailliye bedel.

Konumuz insanlar. Bugüne kadar aldığım geri dönüşlere göre müşterileri hep kötüledim. Biliyorum... Ama gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var, pozitif durumlar çabuk unutulur. Ancak can sıkan ve can yakan olaylar deneyime dönüşür. Yaşananlar hanemize artıl puan olarak gireriz onları.

Bu kez farklı bir anlatımla döküyorum içimi. Size Dorian'dan bahsetmek istiyorum.



DORIAN

Her sabah 9:40'da lobide aksak bir koşuş ritmi duyarım.
Rıpa taka rıpa taka rıp rıp rıpa...
Bu ritmi coşkulu ve alabildiğince şirin bir çocuk çığlığı izler; "Comment ça va?"*
"Ça va bien,et toi?"** diye atlarım tezgahın önüne.
Cuup, Dorian kucağımda. Beni öpücüğe boğar, ama en çok anlımdan öpmeyi sever bu çılgın velet. Sürekli konuşur, arada yakalarım ne dediğini. Anlamadıysam bozuntuya vermem. "Oui!"*** diye anlamış gibi yapıp,onu mutlu etmeye çalışırım...

Daha sadece yedi yaşında, Belçikalı ve bir deli kadar mutlu. Gerçekten dünya üzerinde gördüğüm en tatlı insan yavrusu.

Geçen gece, yine her gece olduğu gibi, kimseyi eğlendirmeyen animasyon şovundan sonra otelin önünde oturmuş yorgunluk sigarası içiyordum. Yine aynı ritmi duydum.
Rıpa taka rıpa taka rıp rıp rıpa...
"Bonne nuit!"****
Cıvıl cıvıl eşek yine bulmuştu beni. Sevdiği stilde bir öpüşme merasiminden sonra elimi tuttu. Başparmağımı gösterdi.
"Bu ne işe yarıyor biliyor musun?" dedi.
"Bebekler için," dedim. "Bebekler onu emer."
İşaret parmağımı gösterdi.
"Peki ya bu?"
"Hmm, burun karıştırmak için!" dedim. Güldü.
Orta parmağımı gösterdi
"Bunu biliyorum" dedi gülerek.
Yüzük parmağımı gösterdi,
"Bu?" diye sordu;
"Karım için." dedim, "evlenince yüzük takacağım..."
Seçeyi sordu son olarak,
"Kulak!" dedim,
"Nasıl?" dedi,
"Kulak işte, karıştırmak için!"
Yüzünden çok eğlendiği anlaşılıyordu...

Ertesi gün havuz başında objektifime takıldı, yanına kendi yaşlarında bir çocuğu oturtmuş parmaklarını göstererek birşeyler anlatıyordu. Yanındaki çocuk ağzı açık onu dinlerken fotoğraflarını çektim, baskıya yolladım duvarıma asmak için.

Bugün sabah 9:40'da kulaklarım aynı ritmi aradı yine. Ama lobideki koşuşturmaca tanıdığım ritmin yanından bile geçmiyordu. Bir kez daha gerçek acı acı gülümsedi yüzüme...

İnsanlar gelip geçiyordu, ben aktarma yapılan bir terminalde simit satan seyyar satıcıydım.

Gitmiyordum, gelmiyordum.

Merkezi belli bir çemberin ağırlık noktasındaydım sadece.

Dorian gitti. Bileklik ve unutulacağından emin olduğum birkaç anı bıraktı sadece.

---
* = Nasılsın?
** = İyiyim, sen nasılsın?
*** = Evet.
**** = İyi geceler!

Paranoya Günlüğüm 5 - Cehennem

Ölü bir sineğin kuruluğunu almış cayır cayır günler yaşıyorum burada. Gündüzleri havuz başında ayak üstü çekilen yüzlerce kareyi geceleri sahnede çekilen yüzlercesi takip ederken her karede kendimden bir parça bastırdığıma inanıyorum fotoğraflara.

Sahte poz gülümsemeleri, selamlaşılan ama tanınmayan binlerce ecnebi insan. Gerçekten cehennem de böyle olmalı diyor insan.

Paranoya Günlüğüm 4 - Prensipler

Suyun altındayım.

Karşımda, suyun dibinde, fanatik bir budistin bir hindu ineği görünce alacağı meditasyon pozisyonuna girmiş ingiliz bir kız var. Şişkin yanakları her ne kadar fotojenik olmasa da, içinde barındırdıkları hava itibariyle yaşamsal önem ihtiva ediyorlar. Parmağım yine deklanşörde. Ufacık bir parmak hareketiyle makinanın perdesini saniyenin altıda birine tekabul edebilecek bir zaman dilimi için serbest bırakan mekanizmayı tetikliyorum. Muhattabın, yani modelin, o anki ruhunu normalden beş kat fazla şişkin yanaklarıyla tek karelik fotoğraf filmine hapsediyorum.

PRENSİPLER

Suyun dışındayım.

Dasha... Litvanyalı, sarışın, güzel...

"Have you got time for a walk?" diyor,
"Hay hay!" diyorum.

Aval aval bakıyor yüzüme.

Tekrar "Hay hay!" diyorum "means of course!"

Yüzü gülüyor cıvırın. Sonradan öğreniyorum, on yedi yaşında.
Pat diye tutuyor elimi vıcık vıcık terli sol eliyle.
"Hoop!" diyorum içimden,
Onun aklında sevişmek, benim aklımda ellerinin ne kadar temiz olduğu var. Çekiyorum elimi.
"Ups!" diyorum ortak lisanda "burada elini tutamam."
Sorgulayıcı bir bakış takınıyor hiç birşey söylemeden.
"Üzgünüm prensiplere aykırı." diyorum "çalışanlar ve müşteriler yerlerini bilmeli."
Uydurduğum mazerete ben bile inanıyorum. Anlayışlı ve geri çevrilmekten kaynaklı ezikliğiyle başını eğiyor önüne.
"Keşke," diyorum içimden "elleri soğuk ve kuru olsaydı. Yaşı da yirmi iki, yirmi üç mesela..."
Göz kırpıyorum hatuna. Masum bir öpücük dudak ve yanağın birleştiği noktaya.
"Elveda..."

Örnekte görüldüğü gibi, Türkiye'de turizmin katli, hizmet sektöründe çalışanların azgınlığından değil.
Kılı kırk yarmasaydım, taviz verseydim seçiciliğimden mesela, mutlu dönecekti ülkesine bir manyak daha...
Örnekler çeşitlendirilebilir.

Paranoya Günlüğüm 3 - Prim

Prim; "Ben bu işlerin piriyim" diyebilenlere uygun bir maaş sistemi.
Bir fotoğraf 10 YTL, aldığım prim yüzde on beş.

10 * 0,15 = 1.5 YTL

Bu durumda günde 20 fotoğraf satsam;

20 * 1,5 = 30 YTL günlük kazancım.

Açık restoranda çekim yapıyorum , bugün hiç satış olmadı. Yoruldum, kasaya döndüm. Safa kasa başında Rus olduklarını tahmin ettiğim mülayim görünüşlü bir aileye fotoğraf satmaya çalışıyor. Hiç birşey konuşmuyorlar. Safa fotoğrafları gösteriyor, aile reisi adam "hı, hııı, hııı" diyerek beğendiğini belli ediyor. Sipariş zarfının üzeri dolu. Belli ki sipariş vermişler. Alınan paraya bakıyorum 70 YTL, satılan fotoğraf sayısına bakıyorum 13. 60 YTL indirim yapılmış. Sinirleniyorum...

- Ooo hoo oh! Verdikleri mangıra bak, soktukları zangıra bak! Olmaz ki arkadaş!

Safa gözlerini patlatıyor, dişlerinin arasından bir vızıltı çıkıyor.

- Türkler...
- Evet ya... Türküz! diyor müşteri.

Dünyanın en salak esprisini patlatıyorum;

- Doğru ve çalışkansınızdır da siz şimdi!

Safa toparlamaya çalışıyor

- Şey... diyor, arkadaş güneşte fazla kalmış, malum şapka da yok kafasında.

Müşteri muzip bir hareketle ani bir "nah" gösteriyor, anlıyorum ki bu satış da gitti.

Paranoya Günlüğüm 2

Şu an tuvaletteyim.

Beş yıldızlı otellerin V.I.P. müşterilerinin götüne yakışan bal dök yala stili temizlenmiş bir tuvalet bu.
Huzurlu...

FOTOĞRAF CESETTİR

Dün gece Türkiye genelinde olduğunu duyduğum bir elektrik kesintisi yaşandı. O sırada kadraja yahudi bir kızı oturtup deklanşöre basmakla uğraşıyordum.

Kendimi hiç Hitler 'e bu kadar yakın hissetmemiştim.

Sanki elimdeki Nikkon'un D70 serisinden bir makina değil de AWP markasını taşıyan, entegre dürbünüyle, kilometrelerce uzaktan dört boğayı delip geçebilecek ivmede ve işaret parmağım uzunluğunda mermiler atan bir tüfekti.

Tık. Klik. Puuh. DAAN!

Bir kare fotoğraf eşittir bir kurşun.
Günde bin beş yüz, iki bin kare eşittir ortalama bin yedi yüz ceset...

Ceset, ceset, ceset...

Aa! Bir tane daha ceset...

Yahudiler, Almanlar, İngilizler, Türkler, Hollandalılar, Belçikalılar... Ve bu geri zekalılar onları öldürdüğüm için, cesetlerini alırken, bana para ödüyorlar;

-Thank you, thats a nice photo!
-Your welcome, geri zekalı.
-What? What is gerizakali?

Tüm dişlerimi gösteren sıcacık bir gülümseme...

Objektifi kendime çevirip zaman ayarlı moda geçiyorum.

Tık. Klik. Dıt, dıt, dıt, dıııııııııt. Puuh. DAAAAN!

02.07.2006 (Gece)

Son enerjimi ve paramı normalden iki kat pahalı kahverengi şişe efes'imi tüketmek için harcıyorum. Ayaklarım hareketleniyor, onları takip eden bir ruha dönüşüyorum. Gecelerdir yattığım o mahzenden bozma koğuşa götürüyor beni...

On adam... Böyle düşününce basit geliyor.
Terli on adam... Hmm! Olmadı.
Gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... Yoo.
Aynı odada yatan ve gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... Yok yok.
40 derece sıcakta aynı odada yatan ve gündüzleri mutfakta çalışan terli on adam... I ıh... Kelimeler kifayetsiz. Hiç bir cümle durumun vehametini anlatmaya yetmiyor. Odak noktası odadaki taşak kokusu. (Üzgünüm,tabir bu.)

Koku sarmalıyor beni. Sıcak suyun içinde eriyen asprin gibi eriyorum odada.

Ertesi gün, elimde bir buçuk kiloluk fotoğraf makinası, havuz başındayım yine. İlerden bir Rus el sallıyor;

- Priviet, priviet!
- Priviet geri zekalı!
- Garizekoli???

Tam da burada ekran kararıyor ve jenerik müziği giriyor.
Snap - I Got The Power...

Paranoya Günlüğüm 1

24 Haziran 2006 - CUMARTESİ (SABAHA KARŞI)

Bir terminalden çıkıp diğer bir terminale giden otobüste, 39 numaradaki koltuğumun hemen yanından geçip arkamdaki dörtlüye oturan birbirinden yaşlı dört kadının koltuğumun hemen üzerindeki çantalar için ayrılmış kısma koymaya çalıştıkları poşetten kafama, koluma, defterime ve kalemime damlayan sıvı temizlik kaygılarımı tekrar ortaya çıkardı.

Sanırım Şarbon kaptım!!!

KOMPLO TEORİSİ I

Bahsi geçen kadınlar terörist bir grubun mensupları olabilirler. Bu terörist grup şarbon mikrobunu deney tüplerine sıvı formda doldurmuş ve bu kadınları yurdun dört bir yanına yollamış olabilir. Eşyalar taşınırken içinde şarbon mikrobu olan deney tüpleri kırılmış ve muhafazadaki sıvı poşetlere akmış olabilir ve hatta o poşetlerde az önce kafama damlayan sıvının çıktığı poşetlerdir...
--

Oturmakta olduğum koltuk esasında 40 numaralı koltukmuş. Aldığım bilette 39 yazıyordu ama şimdi anladım ki yanımda oturan orta yaşlı, adı muhtemelen Kadir ya da Hasan ya da Şamil olan adam benim oturmam gereken yerde oturuyor.

Zehirlenmiş olabilirim!!!

KOMPLO TEORİSİ II

Yanımda oturan yeşil-beyaz çizgili gömleğini o amcalara has pantolonunun içine gayet düzenli bir şekilde sokmuş olan adam mafya tarafından aranıyor olabilir. Bu mafya belki adamı hiç görmemiştir ve büyük paraların döndüğü bir çek senet sorunu yüzünden öldürülmesi gerekiyordur. Mafya adamın peşindedir ama onu sessiz ve sakin bir şekilde öldürmek için fırsat kollamaktadır. Adamın İsmail AYAZ'dan Marmaris'e gitmek için bilet aldığı ve bu biletin numarasının 40 olduğu güvenilir kaynaklardan öğrenilmiştir. Mafyanın her yerde adamı vardır ve otobüs içindeki muavin 40 numarada oturan adama, çay saati geldiğinde, zehirli çay verme direktifi almıştır ve şu an önümdeki koltuğa tutturulmuş masamsı çıkıntının deliğinde duran plastik çay bardağının içinde ölümcül dozda asbest vardır...
--

Otobüsün koridor ışıkları söndüğünde koltuğumun sol çapraz üstünde yer alan ve üzerinde ıvır zıvır, çoğu işe yaramayan düğmeyle dolu zımbırtıyı kendi tarafıma bakan ışığı yakmak için incelemeye başladım.
Düğmelere tek tek bastım, benim tarafıma bakan ışık yanmıyordu, ancak yanımdaki adamın üzerindeki ışık otobüsün arka tarafını, dolunayın ormana yaptığı gibi, aydınlattı.

Olamaz! Sanırım izleniyorum!!!

KOMPLO TEORİSİ III

Hükümet hepimizi izliyor! Artık özel hayat diye birşey kalmadı. Bilgisayarımızda yaptıklarımızı onlara bildiren kurtçuklar var. Televizyonumuzu saat kaçta açıp hangi programı izlediğimizi biliyorlar. Umumi tuvaletlerin aynaları arkasında burunlarını karıştıran insanların görüntülerini kaydeden kameralar var. Telefonlar dinleniyor ve hatta onlar şu an yazı yazdığımı da biliyorlar çünkü ışık sanarak yakmaya çalıştığım şey bir kamera...

24 Haziran 2006 - CUMARTESİ (SABAH)

Sonra uykuya dalmışım...

Farklı bi şehre uyandım. Uzaklardan gelen azot kokusu beni kendine doğru çekiyordu. Farkında olmadan üstüme giydiğim sıcak Haziran havasının rehavetiyle bir bilinmeze doğru yürümeye başladım...

Not : Sabahın 10:00'unda hissedilen sıcaklığı 35 derece olan bir şehirdeyseniz kendinize bir iyilik yapın. Klimalı internet kafeleri seçin!

***Pouufff***

Buharlaştım...

Salı, Haziran 20, 2006

Kadın, Satiradam ve Yoldan Geçenler*


Ukrayna’dan alınmış yeşil çakmakla, Kıbrıs’tan alınmış tane Coffee Creme’ini yaktı. İçine çektiği dumanın her santimetre küpünde birbirlerine çarpım halinde bulunan karbon monoksit atomları ciğerlerine yapışıp ona mazoşist bir zevk veriyordu. Küçük nikotin saçıntıları yapıştıkları hücrelerle etkileşime geçiyor ve zevki “misli” ekini kullanabileceğimiz kadar arttırıyordu. Normalde beyaz olan hücreler nikotinle etkileşime geçer geçmez önce kızarıyor, sonra morarıyor ve son olarak da koyu bir kahverengiye dönüşüyordu. Değişim görülmeye değerdi.

Bir çekim daha aldı purosundan, diyaframı elinden geldiğince durdurmaya çalıştı onu, tabii bu mücadele sırasında küçük bir öksürük bulduğu fırsatı değerlendirerek adamımızın boğazından yukarıya çıktı ve ağzına bakan kadının gözlerinde zuhur oldu.

“Çok yaşa!” dedi kadın.

“Zaten çok yaşayacağım” diye geçirdi adam içinden. “Öksürdüm…” dedi düşüncelerini gizleyerek.

Ses çıkarmadı kadın, kafasını önüne eğdi. Mide ve bağırsak duvarlarından kanına karışmakta olan liserjik asidin çıkardığı emilme sesini dinliyordu. Gözenekçiklere sürtünen asit parçacıkları tutuluyor ve akıl almaz bir hızla kılcal damarlara yönlendiriliyordu. Kılcal damarlara girmeyi başaran yabancı madde vücudun öz pompası tarafından kromozomlara ve beyne götürülüyordu. Koca bir kütle olan beynin görüşle alakalı kısmına hücum eden parçacıklar kırmızıları daha kırmızı, yeşilleri daha yeşil yapmakla kalmıyor, aynı zamanda üzerinde dikilmekte olduğu halının sabit bir frekansla dalgalandığını hissetmesini sağlıyordu.

“Üzerime oturmalısın” dedi yatak.

Sandalye altında kıpırdandı.

Bu sırada az önce elinde puro tutan adam mızıka çalan bir satire dönüştü.

“Aaa!” dedi kadın

“Hı?” dedi satir.

“Yoo” dedi kadın

“Yaa!” dedi satir.

“Ne oluyor yahu?” dedi purolu adam.

“Çok kalabalık burası” dedi kapı.

“İllallah!” dedi kadın ve gözlerini kapadı.

Adam, tetrahidrokanibal etkisindeki beyni ilgisiz bir hal almasını sağladığından, kadını umursamadan kızarık gözlerini devire devire altındaki minderlere uzandı. Purosunu kül tablasına bırakmayı unutmuştu. Gözlerini kapadı, bir anda kendini papatyalar arasında koşuşturup duran onlarca çıplak hippinin arasında buldu. Gökyüzünde mor bulutlar, ufuktaki eflatun ağaçlarla birleşip, sarı papatyalarla yeşil çimenler de bu peyzaja katıldığında adam “evet, galiba uyudum” diye geçirdi içinden. Kafasını sağ taraftaki hippilere bakmak için çevirdi ve onların arasında John Winston Ono Lennon’u gördü. Elini havaya kaldırdı, Lennon’a doğru salladı. Fark edilmişti! Çok sevindi ve zafer işareti , parmakları arasında yanmakta olan puroyu serbest bırakan bir zafer işareti yaptı. Yavaş çekimde battaniyelerin arasına düşen puro küçük kıvılcım saçıntılarını her tarafa yaymıştı…

-------------------------------------------------------------------------------------

“Uyuşturucu öldürür!” dedi Emin.

“Bırak ya, hiç bir şey olmaz.” dedi Rüstem

Bu arada içinde iki insan kebabıyla cayır cayır yanmakta olan müstakil bir evin yanından geçiyorlardı…

Pazartesi, Haziran 19, 2006

Şeref *


- Şerefe!
+ Ne kadar oldu?
- Boş ver şimdi! Kadeh kaldırıyorum, görmüyor musun?
+ Şerefe, şerefe…
- Bugün 10. gün.
+ Alışabildin mi bari?
- Hep içerde değildik ya!
+ …
- O değil de, orada bir adamla tanıştım. Benden bir hafta önce salıverildi, onu bulmam lazım.
+ Hayrola?
- Hayır… Bir hikaye anlatıyordu, yarım kaldı.
+ Allah Allah!
- Bilmiyorum, sadece… çok ilgimi çekti, sonunu duymak istiyorum.
+ Nasıl bir hikaye bu?
- Senin ilgini çekmez, adamın bir arkadaşının hikayesi.
+ Yahu anlatsana, merak ettim şimdi.
- Tamam anlatıyorum. Ama hayal kırıklığına uğrarsan sorumluluk kabul etmiyorum.
+ Olsun olsun, sen anlat.
- Şimdi bir kız varmış, adamın arkadaşı. Adına Esin mi dedi Esra mı dedi tam olarak hatırlamıyorum.
+ Nasıl bir kızmış bu?
- Hafif esmer, keyif verici maddeler kullanan bir kız.
+ Ne mesela?
- Esrar falan…
+ Ot mu?
- Sen ot de ben esrar diyeyim, işte o malzemeyle ilintiliymiş, esasında hikayenin bununla bir alakası yok.
+ O zaman neden söyledin?
- Cezaevinde tanıştığım adam, neydi onun adı... Hah, Özkan, malzeme satarmış, oradan kalmış aklımda.
+ Malzeme mi satarmış?
- Malzeme… Torbacı işte.
+ …
- Neyse, Gürol adında bir müşterisi varmış bu adamın, epey de samimilermiş, gel zaman git zaman bu Gürol bir hatun göstermiş adama, nasıl arzuladığını, o hatuna neler yapmak istediğini falan söylemiş durmuş. Kızla muhtelif kafe ve barlarda birbirlerinin gözleri içine bakıyorlarmış zaten.
+ Kesişiyorlarmış?
- Evet… Bu bahsi geçen hatun da az önce anlattığım kız.
+ Esra?
- Esra ya da Esin… Önemi yok. Özkan bıkmış adamın yakınıp durmasından ve sonunda çenesini bir şekilde kapatmaya karar vermiş. İşte, olay da bu kararın sonrasında gelişmeye başlamış… Şerefe!
+ Şerefe!
- …
+ Eee! sonra?
- Özkan üç kızla aynı evde yaşıyormuş, bu kızlarla eğlenmeye karar vermişler ve kafaları iyiyken bir diskoya gitmişler. Tesadüfe bak ki bizim Emel’de oradaymış.
+ Emel kim?
- Aman, Esra işte! Neyse, Özkan barın arkasında iki barmen ve üç arkadaşıyla sohbet ediyormuş. Sonra bizim Esra bara gelmiş, Esra’nın yaklaştığını gören barmen hemen votka redbull hazırlamaya başlamış.
+ Niye? Başka bir şey yok muymuş içecek?
- Varmış olmasına da kız aylardır aynı mekana gelirmiş ve hep votka içermiş.
+ Anladım… Bu da bir aşinalık yaratmış tabi.
- Kız, “Bir bira alabilir miyim?” demiş barmenin kulağına. Barmen ufak bir şaşkınlık yaşamış, votkayı barın altındaki tezgaha bırakıp dolaptan bir bira açıp vermiş. Kız teşekkür edip barı terk etmiş.
+ Patladı mı votka bir taraflarında?
- Hah işte, o votka bir taraflarında patlamasın diye hemen diğer barmen atlamış, “Sen bu votkayı kimseye satamazsın” gibi içerisinde bolca iddia içeren bir cümle sarf etmiş. Tabi diğer barmen zıtlık psikolojisinin de etkisiyle “Satarım, ve hatta ben bu votkayı bu kıza satarım”
+ Hangi kıza?
- Esra’ya. Başka kızdan bahsettik mi zaten?
+ …
- Gecenin ilerleyen saatlerinde kız bara gelmeye ve bira almaya devam etmiş, bu arada bizim barmen çocuk onu votka içmeye ikna etmeye çalışsa da başarılı olamamış. Sonra kız yine bara gelmiş, barda oturan adamlardan birinin kadehini gösterip “Bu kadehin içinde ne var?” diye sormuş, “Hangi kadehin” diye cevaplamış barmen, “İşte şu yeşil olan” diyerek parmağıyla işaret etmiş kız.
+ Votka mı varmış?
- Evet, yeşil votka varmış! Votka olur mu hiç, Green Devil kokteyli varmış.
+ Ee, Green Devil’in içinde zaten votka yok mu?
- Her şeyi de bilirim diyorsun yani?
+ …
- Neyse, hatun bu içkiden istediğini söylemiş barmene, barmenin yüzü gülmüş, hemen torpilli bir kokteyl hazırlamış, tabi bu kokteyl için önceden barın altındaki tezgaha koyduğu votkayı kullanmış. Hazırladığı kokteyli kıza uzatmış, kız kadehi kaldırmış, ufacık bir yudum almış kadehten, tam da bu sırada barın arkasındaki ahaliden bir alkış kopmuş.
+ Alkış mı?
- Evet, iddiaya girmişti ya iki barmen, o yüzden.
+ Ne iddiası? Neyine girmişler bari?
- Bilmiyorum, anlatmadı o kadarını. Ama bu kadar yaygara koptuğuna göre… Sen hesap et.
+ Ee?
- “Ee”si bu vesileyle Esra’yla Özkan ilk defa konuşmaya başlamışlar. Kız Özkan’ların gruba sorgulayıcı gözlerle bakınca Özkan da fırsattan istifade muhabbet kurabilmek için durumu falan anlatmış kıza. Öyleydi böyleydi derken Özkan’ın ev arkadaşları, Özkan ve Esra birlikte takılmaya başlamışlar. Gece ilerlemiş, muhabbet gırla gidiyor. Bu arada bizim Özkan bu hatunun Gürol’a ilgi duyduğunu öğreniyor.
+ Gürol kimdi?
- Anlatmıştım ya, şu Özkan’ın müşterisi, başının etini yiyen…
+ Haa!
- Yaa…
+ E o zaman oldu bu iş. Hemen arasaymış ya Gürol’u.
- Şerefe!
+ Esra’nın şerefine!
- Özkan’ın ev arkadaşlarından biri, adını hatırlamıyorum, Gürol’un eski sevgilisiymişmiş. Bu hatunla bizim Esra muhabbeti iyice koyultmuş. Gecenin sonuna doğru, saat iki, iki buçuk civarı hatun Esra’yı kendi evinde takılmaya devam etmek için davet etmiş.
+ Esra da kabul etmiş tabii?
- Evet, kabul etmiş ve bunlar hep birlikte yeri konusunda hiçbir fikrim olmayan Özkan’ların evine gitmişler.
+ Yerini bilsen ne değişecek ki?
- Laf lafı açmış ve konuşurlarken Özkan Gürol’a bir oyun oynama fikri ortaya atmış. Bu fikir herkesin aklına yatmış, zaten kafaları da çok güzelmiş. Plan şuymuş, Esra Gürol’u arayacak, sonra Gürol’u şu anda oldukları eve davet edecekmiş. Sözde Gürol bu evi bilmiyormuş ve eve geldiğinde adamın yüzünün aldığı hali görüp bol bol güleceklermiş.
+ O neden o?
- Esra var o evde, bir de eski sevgilisi. Düşünsene neredeyse hiç tanımadığın ve arzuladığın kızın biri seni gecenin üçünde arayıp davet ediyor. Bilmiyorum, bana ilginç geliyor bu durum. Tüm arzuların kabarıyor ve o hatunla buluşmaya gidiyorsun, sonra bir anda baam! O da nesi! Eski kız arkadaşın çıkıyor karşına.
+ Hakikaten boktan bir durum… Ben o açıdan bakamadım.
- Boktan olduğu kadar da ilginç esasında. Sonra arıyor adamı Esra, diyor ki “Ben Esra, seni gördüm beğendim” falan filan, “saat üç buçukta istasyonun önüne gel.” Anlaşma böylece yapılıyor.
+ Allah Allah!
- Bizim hatunun o saatte yalnız dışarı çıkması uygun görülmüyor, ve Özkan’da onunla birlikte çıkıyor. Kafaları bir milyon bunlar istasyona varıyorlar. O sırada elektrik direklerinden birine bağlı yavru bir köpek fark ediyorlar. Özkan hemen gidiyor köpeğin yanına, seviyor, okşuyor. Esra’da katılıyor ona. Sonra köpeğin aç olduğunu fark ediyorlar, 7\24 açık tekellerden birinden süt ve bisküvi alıyorlar ve hayvanı beslemeye başlıyorlar. Bu sırada bizim kız Gürol’un uzaktan yaklaştığını görüyor, hemen ona doğru yürümeye başlıyor.
+ Tanışıyor muydu ki bunlar?
- Ee nerenle dinliyorsun sen beni?
+ …
- Konuşmaya başlıyor Esra’yla Gürol, konuşurken bir yandan da yürüyorlar.
+ Ee?
- “Ee” si bu. Ben de bu kadarını biliyorum…
+ Nasıl?
- Bu kadar işte! Gerisini dinleyemedim. Hoş onun da bildiğini sanmıyorum gerisini ama bir ihtimal. Bu durumdan bir öykü çıkartmak istiyorum ama gerisini öğrenmem lazım.
+ Madem yarıda kesecektin neden anlattın ya?
- Anlatmayayım dedim sana, dinlemedin ki.
+ Çok şerefsiz bir adam oldun sen son zamanlarda…
- Şerefsiz mi?, E şerefe o zaman!
+ Şerefe!...


Esra ve Gürol konuşarak yürümeye devam ediyorlar. On ya da on beş metre yürüdükten sonra sarhoş Esra, Özkan’ın yanlarında olmadığını fark ediyor. Arkasını dönüp köpeği sevdikleri direkten tarafa çeviriyor bakışlarını. Ama orada ne köpek, ne de Özkan var artık. Sadece bir paket bisküvi ve bir kutu süt kaldırımın üzerinde duruyor. Esra durumu bozuntuya vermiyor. Hemen cep telefonunu alıyor eline. O da nesi! Bir detayı atladığını fark ediyor. İçinden “Lanet olsun, telefonlarını almadım…” diye geçiriyor. Biraz daha yürüyorlar ve Gürol sessizliği bölüyor. “Ee, Nereye gidiyoruz?”

Bu soruyla birlikte Esra bir kez daha kızıyor kendisine, çünkü alkolün de etkisiyle evin yerini zerre kadar hatırlamıyor. “Şey” diyor “ben gideceğimiz evin yerini hatırlamıyorum… Üzgünüm…” Gürol gülümsüyor. “Bana gideriz o zaman!”.

Gecenin karanlığında Esra ve Gürol sallana sallana Gürol’un evine gidiyorlar…

Esra bin bir pozisyonun denendiği terle yoğrulmuş olarak geçen bir geceden sonra Gürol’la aynı yatakta uyanıyor. Yanındaki adama bakıyor, ve uyanması için bin bir türlü şey deniyor. Kafasını ondan tarafa çeviren Gürol’un ilk kurduğu cümle, “Sen ne zaman gideceksin” oluyor. Esra bir miktar bozuluyor bu duruma ama megaloman olmasının da verdiği cesaretle fazla üzerinde durmuyor. “Yuh, kovdun be resmen” diyebiliyor sadece, ve yanıtı “Yok, öyle değil… Dersin falan var mı diye sordum…” oluyor. Esra hiç bir şey söylemiyor. Gürol yeniden uyuklamaya başlıyor.

Aynada gördüğü saçları Esra’yı ürkütüyor. Onları adam etmek için saç spreyine ihtiyacı olduğunu biliyor, ve Gürol’u yeniden uyandırıp saç spreyi olup olmadığını soruyor. Gürol ağzını bile açmadan parmağıyla vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor. Gürol’un yeniden uyanmasını fırsat bilen Esra gece boyunca hiç konuşmadan seviştiği bu adamı biraz daha iyi tanımak için sorular soruyor. “Kimsin sen?” cevap yok. “Okuyor musun?” yine yok. “Nerelisin?” yok yok yok. Gürol yeniden parmağını kaldırıp vitrinin üzerindeki saç spreyini işaret ediyor…

Tam da bu sırada, Özkan’ın ev arkadaşları, evlerinin salonun ortasındaki kovanın etrafında toplanmış ilk nefeslerini almaya hazırlanıyorlar. Onlardan biri, Aysen ilk kapağını alıyor, ve kafasını koltukta oturmuş yavru köpeğini seven Özkan’a çevirip soruyor
“Sence becermiş midir?”
“Efendim?”
“Gürol diyorum, sence becermiş midir?”
“…”