Çarşamba, Ekim 25, 2006

Kayıp

Oğlum televizyonda.
Kocamla birlikte bir kadın programına çıkmışlar.
“Annenize söylemek istediğiniz birşey var mı?” diyor kadın sunucu.
Oğlum kameralara bakıyor;
“O sadece benim gözlerime baksın” diyor, ”Anlayacaktır...”
Bir kaya kadar sağlam.
Kocam perişan.
Nefes almayan bedenim humuslu toprak üzerinde soğuyor.
Küçük oğlum evde, sağlığımda aldığımız köpeğe sarılmış ağlıyor.

Kayıp...
Sıfatım on bir gündür bu.
Öncesinde bir anneydim, bir eş, bir bakıcı, bir akraba ya da bir komşu.
Artık kayıbım...

Bazı belgelerde kurban olarak da bahsediliyor adımdan. Ama o belgeleri düzenleyenler henüz kayıp olduğumu bilmiyorlar.
Bir adli tıp temsilcisi kafamdaki yaraya dokunuyor;
“Amatörce!” diyor, “Taşla ezmişler.”
Bir diğeri boğazımdaki kablonun düğümlerini söküyor;
“Yazık...”

Rüzgar elektirik direklerinden birine yapıştırılmış “Kayıp Aranıyor” ilanını söküp alıyor.
Üzerinde siyah-beyaz bir fotoğrafım var.
Ağlamaklı cesedim toprağın dışında şişiyor.
Kimisine beyaz atlı bir prens gibi gelen ölüm beni derinliklerine hapsediyor.
Benim daha söyleyeceklerim var.
Nefes alamıyorum.
Ama benim daha söyleyeceklerim var.
İmam cemaate sesleniyor;
“Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?”
Susun! Konuşmak istiyorum!
“İyi bilirdik” diyor cemaat hep bir ağızdan.
Durun!
Bir iki kürek toprak çarpıyor kımıltısız bedenime.
Lütfen durun! Sesim çıkmıyor.
Bir iki kürek daha.
Her şey gömüldükten sonra ilk refakatçim yumuşak dokularımı yiyen kurtçukların şapırtısı oluyor.
Sonrası sessizlik. Sessizlik ve hiçlik.
Tüm sıfatlarım karanlıkta yitiyor.

Oğlum...
Gözlerine bakamadım onun ama anlamak konusunda sıkıntı yaşanmıyor...

Hiç yorum yok: