Çarşamba, Ekim 25, 2006

Bırak Kendini

Genzim yanıyor!

Şehrin çatısı; Pelenor Fields… Bir kayanın üzerinde oturuyorum. Kuzeye, Güneye, Doğuya ve Batıya uzanan hiçliğin tam ortası. Ayağımda spor ayakkabılarım, üzerimde yeni keşfettiğim renk cümbüşü kıyafetlerim, aklım yedi tepede. Rüzgâr esiyor. Ayaklarımın altındaki kel toprak zihnimde radyoaktif bir serpinti alanını resmediyor. Ağlamaklıyım bugün. Bir kuşun çığlığı pür dikkat dinlediğim ve kendimi ritmine kaptırdığım sessizliği yararak dikkatimi tarlaların ortasında bitmiş yalnız bir ağaca yöneltiyor. Al sana özdeşlik.

Düşünüyorum;

Bırak kendini; bunu söylemeye çalıştın bana değil mi? Bırak… Korku dolu bir tümce bu. Aynada sana bakanın başka biri olması korkusu… Bırak kendini, böylece daha iyi anlatabilirsin, kelimeler sevişsin. Bedenimizin eksiğini kelimelere yükleyebilelim diye bırak kendini. Bırak kendini, lanet herif! Bırak! Sonuçta hem istediğini alacaksın, hem de muktedir olacaksın istediğimi vermeye. Bu yüzden bırak kendini. Başkalarını anlatma bana, senin ereğin kendine. Sadece bırak…

Bu muydu anlatmak istediğin?

Çık bedeninden, döne döne uzaklaş kendinden, aşağıdaki siluetine bak. Tam yol ileri, ışık hızı, istikamet dünyanın dönüş yönünün tersi;

FLASHBACK!

10 Temmuz 1999;
Müzikal bir hayat. Bir aşk; Ezgi. Bir dost; Yener.

Yüce dostluk… Güvenilesi tek icadı mucit varlığımızın.
Yumruklanan kapı, aşina bir ses; “Harun! Yardım… Bileklerimi yarıp içinden hayatımı çıkardım…”
Metalik gri Uno, 130 Km/hız’a sabitlenmiş kadran, arka koltukta yatan şuursuz Yener, Acil Servis…
Tekrar merhaba dostum… Hayatın ve sana tekrar merhaba.

15 Temmuz 1999;
Ey aşk… İnanılası tek mucizesi peygamber bedenlerimizin.
Sarmaşık bedenim. Göğüslerimde bir kadının göğüsleri, ellerim kalçasında. Ezgim! Dudaklarım kulaklarına değiyor, Bir tümce ağzımdan kopup gidiyor sonsuzluğa, “Beni bırakma…”

23 Temmuzu aynı yılın;
Lanet sanrı… Tiksinilesi tek yaratısı sanatçı beyinlerimizin.
“Yener; daha fazla kullanmayalım!”
“…”
“Dostum, ben çok özledim!”
“…”
“Sana diyorum ya! Sesimi duyuyor musun?”
Avazım çıkıyor…
“Duyuyorum… Çağır…”
“Çağır???”
“…”
“Tamam. Sakalın yapıştırıcı olmuş…”
“…”

Ezgim. Peyda oluyor hiçlikten.
Sanrı?
K-E-Ş-K-E-!
Eğlence, sohbet, dokunuş, hiçlikte kayboluş…
Ben miyim o sevişen? O inilti benden mi geldi?
Arkaya dönen kafa, işte lanetim karşımda.
Toprağın kucağında yarı çıplak Ezgim, üzerine Yener’i giymiş.
“Ne oluyor burada???”
“…”
“Yener!”
“…”
“YENER!!!”
“…”
“YETER!”
Bir bira şişesi elimin çekimine takılıyor, avucumda paramparça, avucumla…
“Lanet olsun, lanet olsun, lanet!”
Boğuk bir ses yükseliyor karşıdaki et yumağından;
“Ağzımda bir dil var Harun… Sana cevap veremiyorum…”


Kan…

Harun? Harun çoktan soğuruldu bile… İki tepe ileride çöküp kaldı bir kayanın üzerine. Öz sıvısının kalbinden çıkışını, omzundan geçip koluna akışını, oradan eline geçişini, elinden yere damlayışını ve yerde soğuyuşunu tüm kızıllığıyla yaşıyor içinde.
Akan kan değil… Tutku soğuyor toprağın bağrında.
Dostluk ve aşk birbirini nötrlüyor…

Bu olabilir mi duymak istediğin?

Aşağıda siluetin, geri dön ona…
Yağmur bulutları bir buçuk metre üzerimde, hani uzansam tutabilecek gibiyim nemli pamukçukları. Kafamı sağa çeviriyorum; bir orman. Üç yüz metre mesafe. Sol; alabildiğine nadas, alabildiğine bozkır. Ortada ben varım yine, tam ortada…
Dünyayı benim olduğum noktadan ikiye kessen eşit iki parça düşer uzay boşluğuna.

Genzim hala yanıyor.

Aklımdasın…

10 Ekim 2006 Salı

Hiç yorum yok: