Çarşamba, Ekim 25, 2006

Başparmak

17:40

Başparmağım Smitt Wesson marka gümüşi silahın horozunda.

- Arabayı durdur.
- Hey! Ne yapıyorsun! Kaldır onu!
- Arabayı durdur dedim!
- Tamam dostum. Sakin ol. Problem ne?
- Kes sesini.

Adamın kafasına nişan almış bir şekilde yanımdaki kapıdan çıkıyorum.

- Çık dışarı

Emrim sorgusuz yerine getiriliyor. Adam bir köpek kadar itaatkâr ve kırkılmış bir kuzu kadar zararsız. Arabanın etrafından dolanıyorum

- Soyun!

Önce oduncu gömlek düşüyor yere, sonra ceplerinde bozuk paralar şıngırdayan keten pantolon ve sonra da koltukaltları sararmış beyaz bir atlet. Slip donuyla karşımda titremeye başlıyor herifçioğlu.

- Onu da çıkar.
- Ama…

Bakışlarım ve tehditkâr bir havayla salladığım silah adamın sözünü kesiyor. İki saniye sonra adam Âdem gibi oluyor karşımda.

- Bu kadar küçük aleti olan birinin, diyorum, senin kadar cüretkâr olması ilginç.

Adamda çıt yok.

- Kıyafetleri arabaya koy.

Anında görüntü.

- Son duanı mı edersin, arkanı dönüp koşmaya mı başlarsın bilmem ama on saniye sonra sana ateş etmeye başlayacağım.
- Sakin ol dostum, gerçekten, beni yanlış anladın…
- On!
- Çırılçıplağım! Dağ başında yalnız başım…
- Dokuz!

Hiç bu kadar hızlı koşan birini görmemiştim…

İyi de buraya nasıl geldik?
Her şey okulla ev arasındaki yolu rutin bir yöntemle, otostopla kat etmeye çalışmamla başladı…

17:10

Başparmağım havada.

Bir zamanlar ailemin beni pazardan satın aldığına inanırdım. Sıvı dolu beyaz bir bidonda satılıyordum üstelik. Turşu gibi… İhtiyacım olan tek şey o sıvıydı. Akan zamanla ihtiyaçlar da arttı.

Fakültenin kapısından çıktım, evime doğru ilerliyorum. Toz toprak içindeki yolun başında önümdeki iki kilometrelik yol boyunca düşük banket olduğu yazılı. Tabelaya yaslanıp üzerimdeki kalın paltoyu çıkarıyorum. Tecrübeyle sabit; sürücüler soğukta üşüyen otostopçu bir öğrenciyi araçlarına alma eğilimi gösteriyorlar. Gelişigüzel kırıştırıp çantama tıktığım palto dikkatli gözler için yükümün ağırmış gibi görünmesini sağlıyor. Esasen elyaf.

Toz kaldıra kaldıra yanımdan geçen bir çöp kamyonu kızarmış ceset gibi kokan biyodizel emisyonuyla midemi kaldırıyor. Burada onlara sık sık rastlıyorum. Bu yol üzerinde, şehrin yirmi kilometre dışında bulunan atık biriktirme alanının durmak dinlenmek bilmez işçi karıncaları gibiler. Bir tek çöp kamyonlarına otostop çekmiyorum. Bir keresinde bu yolda traktöre binmiştim, bir diğerinde römorkunda catterpillar kepçe taşıyan bir tıra, bir diğerinde Tıbbi Atık kamyonuna, bir keresinde cenaze nakil aracına hatta at arabasına… Örnekleri çeşitlendirmek mümkün. Ancak çöp kamyonları genelde bir şoför ve iki çöpçüyle dolu olduklarından kaçak bir yolcuyu taşıyacak boş yere sahip olmuyorlar.

17:20

Başparmağım cebimde.

Rüzgâr tam karşıdan estiğinden ve hava soğuk olduğundan hafif titreme eğilimi gösteriyorum. Kısa kollu tişörtümün örtemediği kısımlardaki tüylerimin diken diken olduğunu görebiliyorum. Sırtımı istikametime dönmüş, geri geri yürüyorum. Cebimdeki ellerim kollarımı yanlardan belime bastırmama olanak sağlıyor. Bu sayede hem daha az üşüyorum, hem vantilatörlerin Kırmızılı Kadın filminde Marilyn Monroe’nun eteğini açması gibi hoyrat rüzgârın tişörtümü havalandırıp göbeğimi açıkta bırakmasını önleyebiliyorum, hem de tişörtümün kısa kollarından pörtleyen pazılarımın egomu pompalamasını hissedebiliyorum.

İleriden bir polis minibüsü geliyor. Hiç tereddütsüz, hemen elimi cebimden çıkarıp başparmağımı kaldırıyorum. Aklıma daha önce aynı yolda otostop çekmediğim halde durup beni alan polis arabası geliyor. Hatırladığım kadarıyla şoförle diyalogumuzun ilk cümlesi “Neden bize otostop çekmiyorsun lan!” şeklinde olmuştu. Bu sefer öyle olmuyor. İçinde benimle dalga geçen, keyili keyifli sırıtan memurları taşıyan araç yolun dışına atlamamı gerektirecek kadar yakınımdan geçip peşinden giden katmerli küfrümle birlikte ufukta gözden yitiyor.

17:25

Başparmağım paketten sigara çekmesi için işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Sırtımı dayadığım yol kenarındaki ağaç rüzgârın şiddetiyle sallanıyor. Tam gaz yaklaşmakta olan tırı gördüğümde tekrar yola atlıyorum. Evrensel dilde “beni arabanıza alır mısınız” manasına gelen işareti yaparak kolumu sallıyorum. Koca araç tıslaya oflaya yanı başımda duruyor. Kapıyı açmak için tırmandığım merdivenlerin üzerinde güçlükle durarak kapının kolunu çekiyorum. Kapının açılmasıyla bozkıra yayılan Erkin Koray ezgileri şoförün müzik zevkini ele veriyor.

Yuvarlak gözlükleri ve omuzlarına dökülen kıvırcık saçlarıyla beat kuşağından fırlamış izlenimi veren araç sahibi sesleniyor;

- Ne tarafa gidiyorsun genç?
- Yenikent’e
- Ee, ben Afyon’a gidiyorum… İstersen Afyon’a kadar atabilirim…

Afyon…

Eskişehir – Afyon kavşağı elli metre ileride. Afyon’a gitmek için dönmek icap ediyor. Ancak Yenikent kavşaktan on bilemedin on beş kilometre mesafede.

- Hadi ya… Neyse, sağ ol yine de. İyi yolculuklar.
- Eyvallah…

İttirdiğim kapı dengemi bozuyor ve bir uçumluk merdiven mesafesini kalçamın üzerinde sonlanan bir uçuşla kat ediyorum.

15 dakikalık acındırma stratejisi parmaklarımın morarmasından ve tüm vücudumun titremesinden başka hiç bir şeye yaramadığından paltomu tekrar giymeye karar veriyorum. Çantamı açmış paltomu çıkarmaya çalışırken nereden geldiğini bilmediğim bir arabanın fren sesiyle irkiliyorum. Yanımda siyah bir Renault Megane duruyor. Koyu lacivert film çekilmiş otomatik cam aşağı iniyor, şoför önce benim konuşmam için susuyor.

- Merhaba. Yenikent’e doğru gidiyorum…

17:30

Başparmağım seğiriyor.

Kapanan kapı aracın içindeki basıncı etkilediğinden anlık bir kulak tıkanması yaşıyorum.

- Hangi bölümdesin?

Dört buçuk yıldır her gün, günde iki defa otostop çekiyorum. Her seferinde aynı sorular, aynı cevaplar. Durumdan bıkkınım.

- Edebiyat…

Karşılaştırmalı Edebiyat desem gelecek soruyu biliyorum, vereceğim cevabı biliyorum, arkasından gelecek soruyu biliyorum… Sanki bir satranç oyunu ve ben yirmi hamle sonrasını tahmin edebiliyorum.

- Öğretmen mi olacaksın?

Bunu soracağını da biliyordum… Çabalamak gereksiz. Ezbere bildiğim cümleleri sıralıyorum bir bir. Araç yolda ilerliyor. Sonra ilginç bir şey oluyor. Araç gitmesi gereken yöne değil de ormanın içine giden yola doğru dönüyor. Kafamı çevirip adamın gözlerine bakıyorum;
- Nereye?

Adam gülümsüyor. Kendinden emin bir şekilde;

- Otostop çektiğin araçların şoförlerine, diyor ve bu arada vites yükseltiyor, fazla güvenmemelisin dostum…
- Nasıl yani?

Dedim ya, dört buçuk yıldır yapıyorum bu işi. Zaman zaman heyecan veren olaylar yaşanmıyor değil. Olayı akışına bırakmaya karar veriyorum.

- Kız arkadaşın var mı?
- Yok.
- İbne misin yoksa sen?
- !?
- Üniversiteli gençler arasında çokmuş onlardan…
- Hasta mısın? Durdur şu arabayı.
- Eğlenceli şeyler yapacağız seninle…
- Öyle mi? Diyorum, Tamam o zaman!

Elimi yavaşça kucağımda duran sırt çantama sokuyorum. Buz gibi olmuş metal adrenalin salgımı kuvvetlendiriyor.

...

17:55

Başparmağım yaktığım kibriti karşımda duran metal yığınına atmamda işaretparmağıma yardımcı oluyor.

Bir anda parlayan benzin önce arabanın döşemelerini sonra da pilot köşkünü tutuşturuyor. Yaktığım sigara bitmeden dört yüz metre uzağımdaki anayola geri dönüyorum.

18:03

Başparmağım yeniden havada…

Bidona geri dönmek istiyorum.

Hiç yorum yok: