Çarşamba, Eylül 20, 2006

Halka

Bir halka yüzünden buradayım. Küçük, nikelajlı bir halka.

İki gün önce hırdavatçıdan doksan kilograma kadar çekeceğine garanti aldığım bu küçük halka altmış kilogram bile çekmedi. İşte tam da bu yüzden buradayım. Doktorlar boynumun incindiğini söylüyor… Şanslıymışım. Oysa ben kütürtüler çıkararak kırılmasını bekliyordum. Ne şans ama! Kırılan şey boynum yerine halka oldu.

Beni kapattığı hapisten kurtulmak istediğim bedenim düşüşün ve incinen boynumun etkisiyle bilincimi kapatarak kendini korumayı başardı.

Boynum ipteyken tekmeleyerek altımdan atmayı planladığım bilgisayar kasası devrildiğinde kuş gibi uçmayı, bir anda huzur dolmayı ya da acısız bir ölümle kucaklaşmayı beklemiyordum elbette. Ancak halkanın kırılması… Bu kadarı da pes doğrusu!

Hırdavatçıya giderken almam gerekenlerin listesini sürekli içimden tekrarlıyordum; Tavanda ilk deliği açmak için halkanın çivisinin çapına eşdeğer çapta bir çivi, o çiviyi çakmak ve daha sonra halkayı açılan deliğe sokmak üzere çiviyi çıkarmak için bir keser, bahsi geçen halka ve o halkanın içinden geçip boynumu kavrayacak yeterince kalın bir urgan…

Yol üzerinde sürekli soluduğum, ağaçları yeşerten, çiçekleri renk renk filizlendiren bahar havası beni çileden çıkarıyordu. Güneş yemyeşil çimler üzerine düşmüş çiğleri buharlaştırırken ruhumun derinliklerine hapsettiğim son huzuru da bir mıknatısın demir tozlarını çekip alması gibi benden alıyordu. Oysa bahar mevsiminin insanları iyileştirici etkisinden bahsedilir.

Bir sır vereyim, bu düpedüz aldatmaca! Kış mevsiminin doğayı yok etmesi, geçici bir mezara ya da uykuya sokması bahara yeğdir.

Ben, içimde dünyalar donduran, dünyadaki en önemli insanı, beni, acıdan acıya sürükleyen bir kış yaşarken doğanın karnaval kıyafetleriyle karşıma çıkması uyumsuzluğumu kamçılayarak uçurumu derinleştiriyordu.

Mezarım olacağını ümit ettiğim evimle istikametim arasındaki yolu kat ederken kafamın etrafında turlayan rengârenk kral kelebeklerinin kanatlarındaki pulları kirli ve yapışkan parmaklarımla sıyırmak, yanından geçtiğim parkta kendisi gibi küçük yaştaki sevgilisinin kafasını omzuna bastırmış anın huzurunu yaşayan veledin yüzünü postalımla dağıtmak ve mevsimin filizlendirdiği her çiçek tomurcuğunu koparıp üstlerinde tepinmek istiyordum. Ben, küstah bir efendi zihniyle sahip olduğum bu hayvanın, bedenimin, yok olup gitmesini istiyordum.

Hırdavatçıya girdiğimde tek istediğim mümkün olduğunca az diyalogla alışverişimi yapabilmekti. Ancak dükkân sahibinin sorgulayıcı bakışları isteklerimi sıralarken sıkıntıya girmeme sebep oluyordu. Altı üstü ruhumu bedenimden ayıracaktım ama cinayet işleyeceğim hissine kapılıyordum. Siparişlerim hazırlanırken birini öldürmekle cinayet işlemek arasındaki ince ayrım takıldı aklıma. Ben masum birini değil, bana anılamayacak kadar fazla kötülük etmiş güdük bedenimi öldürecektim. Buna cinayet değil nefsi müdafaa denir. Zira cinayet eyleminde tek taraflı kötülük söz konusudur. Kendi kendimi aydınlatmış olmanın rahatlığıyla oraya buraya istiflenmiş boya kutularına bakıyordum. O sırada tezgâhın üzerine konan poşetin içindeki ıvır zıvırın takırtısıyla kendime geldim.

+ Siparişiniz hazır.

Suç ortağıma teşekkür ederek borcumun ne kadar olduğunu sordum.

+ On iki lira.

- Ne? On iki lira mı? Bu düpedüz soygunculuk!

+ Olur mu efendim, bakın keser beş lira, halka üç, dur bakayım… Urgan da dört. Ne etti?

- On iki…

+ Bakın, çivi de benden!

O gün kimsenin mutlu olmasını istemiyordum.

- Hayır, hayır, hayır! On liradan bir kuruş fazla vermem!

Biliyordum… Öldükten sonra bu liralar hiçbir işe yaramayacaktı, ama dedim ya, kimsenin mutlu olmasını istemiyordum.

On lira elli kuruş vererek aldığım yüküm sağ elimde yeşil bahar havasının hâkim olduğu cehennemime çıkıp evimin yolunu tuttum.

Çocuklarımızı da alıp beni terk eden karımın daha sonra unuttuğu eşyalarını almak üzere geldiğinde açacağı kapıyı ardımdan kilitleyerek nihai olacağını sandığım eylemime başladım.

İşte, boynumda urgan, bilgisayar kasasının üzerinde dikiliyordum. Hiç tereddüt etmeden sağ ayağımın tarağını ittirmek üzere kasanın yanına dayadım. Kasanın soğuk metali beni bir anda yıllar öncesine, çıplak bedenimin ilk kez başka bir insanın çıplak bedenine değdiği güne götürdü. Ürperdim, duraksadım. Ayağımı tekrar kasanın üzerine koydum, boynumu saran urganı biraz genişlettim ve en son ne zaman seviştiğimi hatırlamaya çalıştım. İçimden bir ses “Keşke o zaman bunun son sevişmem olduğunu bilseydim” dedi. Karşı çıktım, öfkeyle bağırdım;

- Bedensel, dünyevi ve ahiri zevkleri reddediy…

Dengemi kaybettim, cümlemin bundan sonrası bir hırıltı olarak ciğerlerime hapsoldu. Bilgisayar kasası beni olduğum yerde asılı bırakarak devrildi. O anda insan aklının neme ne bir şey olduğunu anladım. Bir milisaniye içinde aklımdan geçen onlarca düşünce arasından en önemlisi bunun böyle olmaması gerektiğiydi. Bu böyle olamazdı! Kazara mı ölecektim yani! İçimden binlerce lanet okurken boynumdan geldiğini sandığım bir kütürtü koptu…

Ara ara hayal meyal gördüğüm görüntülerde yerde yatıyordum. Başımda ağlayan bir kadın vardı. Görüntü netleştikçe o kadının karım olduğunu anladım. Tabi anladığım tek şey bu değildi. Halka kırılmıştı, yere düşmüştüm… Karım çığlık çığlığaydı;

+ Ne yaptın sen! Pis herif! Ne Yaptın?

Konuşmak için inanılmaz çaba sarf ediyordum. Ağzımı açtım;

- Kazıklandım… Lanet hırdavatçı, beni kazıkladı!

Daha fazla konuşamadım, bilincim kapandı.

Sonra buraya getirmişler beni… Sürekli olarak gördüğünüz şu hemşirenin gözetimi altındayım. Şimdi emin olduğum tek şey var; buradan çıkar çıkmaz ilk işim tüketici hakları koruma derneğine durumu bildirmek olacak ve emin olun bunun intikamını alana kadar ölmeyeceğim.

Hiç yorum yok: